25 Mart 2016 Cuma

Kasaba

Göynük ile ilgili en güzel şeylerden biri kuşkusuz o eski evler. Eski derken, son zamanlarda devlet desteği ve belediyenin disiplinli çalışmaları ile kasabanın görüntüsünü bozmadan - eski yerleşim efektini koruyarak - bir çok bakım ve onarım çalışması yapılması ile belki de on sene öncesinden de eski hale geldi Göynük. Bu cümle okuyana siniklik gibi gelebilir. Bence bu biraz türler yok olmadan onlarla ilgili belgesel yapmaya benziyor. Türleri kurtarmak değil, onların azaldıkça ve egzotikleştikçe değerinin artması gibi bir şey. Düşünsenize, ormanlarda ayılar cirit atıyor olsaydı Bir Sevgi Filmi o kadar da seyredilmezdi; millet ayı deyip geçerdi. Hiçbir şekilde karşı değilim. Artık Göynük'te turizm, hatta hediyelik eşya dükkanları bile var. Sevilesi, şirin bir yer sonuçta. Soru şu olmalı belki de: imar kuralları esnek olsaydı Göynük nasıl bir yer olurdu bugün acaba?

Neyse, sonuçta biraz da görsel malzeme....
Az sonra...

5 Ağustos 2009 Çarşamba

The End.....

Bu resimlerle birlikte bu maceranın da sonuna geldim.
Garip bir dünyada garip fanusların içinde yaşıyoruz gibi geliyor. Gözlerinizin önüne 1. Dünya Savaşı'nı getirin. Köyden çıkıp 3 ay yürüyerek cepheye gelen genç daha 16 yaşında. Eline silah veriyorlar ve daha ilk yemeğini yemeden ölüyor. Hayatında istediği, hayal ettiği hiç bir şeyi belki de yapamamış. Böyle bir sürü insan yaşamış, yaşıyor, ölüyor vs.. Filmin kopması kimsenin kontrolünde değil. Beş dakika sonra olmayabiliriz de.

Diyeceğim şudur ki bütün yaşadıklarımız olmayabilirdi de, hatta, bitmek üzere bile olabilir. Ne demekse bütün bunlar.? Tamam, tamam, çok klasik oldu. Portakal orda kal..















4 Ağustos 2009 Salı

Son günler



Sonunda Helsinki'ye vardığımda önce kalacak bir yer bulayım diyerek haritadan gözüme kestirdiğim kampinge doğru yola çıktım. 5 kez falan kayboldum. Daha doğrusu, yerimi şaşırdım çünkü kullandığım haritaların ölçekleri hep farklıydı. İnsan hemen alışamıyor. Biliyor kaç km gideceğini ama 20 km bile uzun geldi biraz. Sabırsızlıktan tabi. Sonunda vardım, çadırı kurdum.

Fazla egzantrik bir yer değil. En önemli avantajı, tam önünde metro durağı olması. Helsinki merkez 20 dakika uzakta. Bilsem, metroyla giderdim oraya.

Son 4 günü detaylı yaymaya hacet yok. Bir günümü Savolinna kalesinde geçirdim. 1800'lerde yapılmış, Helsinki deniz yolunu tutan bir askeri üs. Burada Ruslarla savaşmışlar. Adamlar için önemli bir yer. Klasik, denize bakan yığınaklar, toplar falan var. Çok güzel bir yer aslında. Millet gelip piknik yapıyor, geziyor.

Bir gün de Johanna ile şehrin hemen dışındaki bir açıkhava müzesine gittik. Müzeden çok bir park demek lazım. Eski bir yerleşim. Binalar koruma altında ama çevre olduğu gibi park. Binalara girmek için bilet almak gerekiyordu. Johanna pek yanaşmayınca gezdik sadece. Eski evler bizim eski köy evleri tadında. Alt kat ahır, üstte köylüler oturuyor.

Bir akşam da yemeğe gittik. Otantik bir Fin yemeği yedim. Pahalı bir yerdi ve yemek de pek bir şeye benzemiyordu: ızgara somon, haşlanmış patates ve mantarlı bir sos. Allah için, sos ve içindeki mantarlar iyiydi.

Bunun dışında bir şey yok. Fotoğraf çektim, kitap okudum vs. İstabul'a iner inmez de yüzüme cehennem sıcağı vurdu diyebilirim..









18-21.07.2009

Sabah erkenden kalktım. İstikamet Trömsö. Bunun nedeni de hava durumu. Bugün bulutlu, sonraki iki gün az parçalı gözükmekte. Yağmur veriyor olsaydı Güneye dönüp, Savolinna'ya gidecektim.

Norveç sınırı 2-3 km. uzaktaydı kaldığım yere. Doğru dürüst sınır yok tabi, biri Finlilerin, biri de Norveçlilerin, yanyana iki tane karakol, içeride takılan tipler. Bir tane de tabela yolda. Finlandiya'dan çıkar çıkmaz tüm coğrafya değişmeye başladı. Koca koca vadilerin içinden, karlı dağların arasından gidiyorsun. Artık dümdüz yollar, sık ormanlar yok. Baktığın yerlerde perspektif, derinlik var. Yukarıda karlı dağlar, çoğunun içinden su fışkırıyor. Şelale gibi kayaların üzerinden akıyor, çay bozuntusu dereler halinde vadiye gelip, Norveç kıyılarına doğru gidiyor.



Deniz kıyısındaki Skibotn'a gidene kadar 50 km yol yaptım. Hava soğuk ve yağışlı. Soğuk aslında rüzgar yüzünden. Yol neredeyse hep yokuş aşağı olduğu için çok rahattı.

Daha önce İsveç, Norveç ve Finlandiya'yı birbirinin aynı, tek bir coğrafyada milliyetçilik oynayan tiplerin sınırları olarak görmüşümdür. Ancak Norveç gerçekten çok farklı. Bir kere deniz memleketi. Batı'da Okyanus, Doğu'da da İskandinav Dağları var. Güneyde genişliyor ama kuzey ince sayılır. Her taraf fiyord. İnsanlar desem, onlar da farklı geldi. Norveç'te "Zort?" diye soruyorsun, "Zırt Kron" diye cevap geliyor. Kampingdeki duş dumura uğrattı beni. 10 Kron atıyorsun bir deliğe ve su akmaya başlıyor. 4 dakikan var ama saatin yoksa dikkat etmen lazım çünkü dört dakikanın sonunda su kesiliveriyor. Tabi hesaplamayı tam anlayamadım. Dört dakika musluğun akma süresi mi, yoksa musluğu kapatınca kronometre de duruyor mu bilmiyorum. Olabilir. Bu bana hasta ruhlu bir şey gibi geldi. O kadar bol su var ki burada, bu tür bir alet nasıl bir ekonomik mantıkla konur anlamadım. Eğer duş daha hızlı alınsın istiyorlarsa neden daha makul bir 6-7 dakika değil mesela? Yanında bozuk yoksa ve sabunlu kaldıysan yangın alarmını mı çalıştırıyorsun? Bu da ayrı bir soru. "İkinci kez sabunlanmalı mıyım? Küstahlaşayım mı?" sorusunu cevaplamaya çalışırken su kesildi birden. Şanslıydım netekim.




Herkes paragöz olabilir, sorun değil ama Norveç'te böyle su satmak neden? Bu, Altınoluk Belediyesi'nin köy girişine temiz su havzası gişeleri koyması gibi bir şey. Oraya giderlerse bence feyz alıp yaparlar da. Tamam, duşa para da atarsın ama o dört dakikalık kum saatini araştırma, geliştirme ve uygulama nasıl bir düşünce şablonunun çocuğu anlamak zor. Bush'tan bile daha neoliberal geldiler bana. Bu sadece tek örnek tabi. "Wireless Internet?" diyorsun, "10 Kron for half hour," diyor. Yarım saatlik incrementler daha adil geliyor olsa gerek arkadaşlara. Mantık yürütelim, adalet Norveç'te herşeyin temeli. En azından para verince hak kazanabiliyorsun ve böylece özgür oluyorsun.

Sonuçta topu topu üç gün kaldım orada. Belki gözlemlerimi istisnalar belirledi, bilemem. Bir iplik buldum ucundan çekip duruyorum yani. Ama bildiğim bir şey varsa, kaliteli köy takımları var. Bunu zaten dünya alem biliyor. Nasıl Los Angeles ya da Detroit için basketbolun başkenti diyebilirsek, Trömsö için de fitbolun merkezi diyebiliriz. Kılıbımı basarım, buradaki takımlar Avrupa'da çok büyük sürprizler yapıp, en büyük kulüplerin bile korkulu rüyası olmaya devam edeceklerdir.

Bir İspanyol'la tanıştım bisiklet turu yapan. 4-5 bin kilometre yol yapmış. Ben ona "Finlandiya çok tekdüzeydi, sıkıcıydı," diyorum; o da bana, "Valla haklısın kardeş, buralar çok sıkıcı, Norveç'te de solun deniz, sağın dağ, arada köprü, aynı yolu gidip duruyorsun," diye cevap veriyor. Akdeniz havzası insanını kesmiyor galiba buralar.

Ertesi gün baktım yol güzel, bastım 120 km ve heyecanla vardım Trömsö'ye. Kalbim pıt pıt atıyordu. Ne bekliyordu orada beni? Takımın beyni olan itfayeci ile panter dişci acaba elimi sıkacaklar mıydı? Burası küçük bir şehir diyebiliriz. Ama zaten buralarda şehirler küçük şehir, kasabalar da küçük kasaba hep. Norveç nufüs olarak Finlandiya'nın hemen hemen yarısı: 3 milyon. Yani, dağın bu tarafında, az buçuk alıştığımdan da küçük yerleşimler. Birkeç müze, katedral, kilise falan var futbolun dışında burada. Bütün şehir sabahtan akşama kadar top sektiriyor burada. Yaşlı başlı teyzeler paslaşıp torunlarına taktik veriyor, atalarından kalma, belki de unutulmaya yüz tutmuş teknikleri gizlice öğretiyorlar. Garsonlar bile bir taraftan tepsi taşırken, diğer taraftan da kafa oynuyorlar. Bizim Kelle İbrahim halt etmiş Trömsö'lü üstadların yanında. Çin'de yetişen 1,5 milyar kungfucu gibi burada da adete mobilize olmuş bir kitle, fitbolcu yetiştiriyor. Çok çalışkan ve gözü kara bir millet. Hayal alemin gibi geçti oradaki iki günüm.

Katedral deyince, Şimdi arkadaşlarda eski bina olmadığından mıdır, nedir, neo-Hıristiyan tapınaklar yapmışlar. Bunlar Ortodoks olmayan, diğer Kuzeyli imanlılar olarak özetlenebilir. Dikdörtgen tarafı yerde olan kocaman bir üçgen prizma koymuşlar tepeye, gidip fotoğraf çekiyorsun. Maksat otantiklik olsun. Bunu Roma'da ya da Venedik'te dikmeye kalksan seni tımarhaneye koyarlar. Neyse, bunu geçtim. Kimlik olayıdır, özelliktir, kozmopolit olalım, sevelim, kucaklayalım. Ancak, bir de turnike koymuşlar kapıya.

- Şey, ibadete gelmiştim.
- Zurt Kron.
- Öğrenci?
- Zart Kron.

Öğrenciler, bilimle uğraşanlar, Kartezyen aydınlanmadan nasibini alanlar tabi daha harbi Protestan sayılabilecekleri için indirim var. Bu benim yorumum, başka bir nedeni de olabilir. Ben Cuma için turnike koyarlarsa ne olur kestiremiyorum. Düşünsenize, Cuma 3, Sabah 1, Cenaze 5 Lira. 4 vakit gelene özel 5. vakit indirimi. Paran yoksa çalış, ibadet etmeye hak kazan gibi bir de medya kampanyası yaparsın, şaaak, 5 seneye adam başı 40000 Yuro milli gelir. Avrupalı olacaksak, incelemeli, öğrenmeliyiz. Küçük, kör solucanlar gibi toprağın altında yaşamamalıyız. Sonuçta kıl oldum refleksif olarak, sonra bu korkuya dönüştü kilisyi mundar edersem diye ve girmedim kiliselerine.

Neyse, geldiğimin ertesi günü şehri gezdim. Bir kutup müzesi de burada vardı. İçeriği Rovaniemi'deki Arktikum'dan farklı gözükmediği için girmedim.

Sokakta dolaşan gazeteci kız beni enteresan bulmuş olacak ki günün turisti seçti. Fotoğrafımı çekip röpörtaj yaptı. Ertesi günü gazeteyi aldım ama bir bok anlamadım. Ama GS'dan daha önemli bir fenomen olduğum kesin Trönmsö için.


Hava epey soğuktu tabi. Kıçım dondu ve akabinde çok affedersiniz gaz yaptı biraz. 20 saat havayı kirlettim. Ertesi sabah uyandığımda kurtulmuştum illetten. Gerçekten de havanın boktan olması ve sonraki üç günlük tahminin insan için daha da rahatsız edici meteorolojik oluşumlara işaret etmesi nedeni ile üçüncü günün sabahı dörtte uyanıp 7:30 otobüsü ile Trömsö'den kaçtım. Kuzey Buz Denizi'ni gördüm mü? Evet. Şu anda daha isabetli pas-şut atabiliyor muyum. Kesinlikle, aydınlandım. Olay bu yani.

Tabi, dağlar güzeldi burada. Biraz cüceler ama alçaktan başladıkları için heybetli gözüküyorlar. Otobüs kalkmadan gazetemi aldım, kendimi okurum diye. Trömsö-Oulu-Helsinki 25 saat, yola çıktım.

17.07.2009, Cuma

Dün çok yorulmuşum. Bugün bezginlik yaptım. Uzun bir kahvaltı ve biraz kitap okuduktan sonra mutfağa iki tip geldi. Ana - oğul trekking yapıyorlar. Önce tanıdık geldiler. Hatta kadın doğrudan benimle konuşmaya başladı. Hatırladım ki iki gün önce dağda iki dakika konuşmuştuk. O gün onlarla epey bir muhabbet ettik. Çok neşeli tipler. Kadın yazar ve ressammış, çocuk da galiba Juijitsu (??) hocası, belki başka bir işi de olabilir.

Akşam da kota'da takıldık. Kota, aslında dört duvar ortasında bir mangal olarak anlatılabilir. Çatıda koca bir delik var baca niyetine. Burada her yerde var. Yazın o kadar önemli değil ama kışın gerekir dört duvar. Bazıları yarı açık oluyor (güneydekiler daha çok öyleydi), burada bir kaç tane gördüm, hepsi tam kapalıydı. Orada bir kaç tiple muhabbet ettik. Gözlerim yaşardı, aralarında bile İngilizce konuştular ayıp olmasın diye.