10 Mayıs 2008 Cumartesi

Katrancı - Gemiler



Sabah yine erkenden kalktım ve kahvaltı etmeden yola koyuldum. Arada gevelemek için iki hıyar ve bir elma vardı yanımda. Katrancık'tan ana yola dik bir yokuş çıkıp (1,7 km) Fethiye'ye doğru yollandım. Önce heyecanlı bir iniş ve sonra da düzlük olduğu için rahat rahat gittim. Gayet hızlı bir şekilde 25 km kadar yol yapıp Fethiye merkezde kahvaltı yaptım.

Bir tost ve çaydan sonra bağırsaklarımın mesai düdüğünü duyunca bir umumi tuvalet bulup girdim. Umumi tuvalette uzun işi halletme olayı her zaman biraz korkutucu olabiliyor. Burası - ve sonraki tecrübelerime göre de Fethiye ahalisinin tuvaletler konusundak titizleri genellenebilir - gayet iyiydi: tuvalet kağıdı, sabun, kurutma makinesi, temizliği vs. Operasyondan sonra tuvaletçi ile muhabbet koydum. Her ne kadar bir İstanbul beyefendisi oturuşuna sahip olsa da arada ağzını bozması imajını garip bir biçimde yalpalatıyor. Yollarla ilgili bilgi alırken orada takılan bir genç arkadaş tan bayağı bir faydalandım. Yüküm çok olduğu için daha uzun olan Ölüdeniz yolu üzerinden Gemiler'e gitmemi tavsiye etti. Aynı irtifa farkı var ama dik değil o kadar. Bunun dışında turist kızları atabileceğim, kimsenin gitmediği muhtelif kumsalların ve manzara noktalarının detaylı tariflerini verdi. Yayılmasın diye yazmıyorum, hepsi aklımda. Ama bence oralarda çiftler birbirlerine tosluyordur ve birbirlerini bozmamak için bozuntuya vermiyorlardır.

Ölüdeniz'e çıkan yol beni öldürdü valla. Bir sonraki gezim ya Po Ovası ya da Hollanda. Yokuşun sonuna doğru daha hızlı olduğunu farkederek yürüdüm (bisikleti ittim). Gerçekten de epey farkediyor. Hem daha az enerji sarfediyorsun, hem de sürekli durmak zorunda kalmıyorsun; hızın da aynı zaten. Ölüdeniz'de (tepede) bir omlet yedim.


Yola tekrar düştüğümde Hisarönü tarafına saptım. Burası acayip gelişmiş bir yer haline gelmiş. Oralar adeta bir sayfiye şehri olmuş. Hisarönü'nden çıktıktan sonra çok keyifli bir orman yolundan Kayaköy'e vardım. Sonra devam edip daha da keyifli bir yoldan Gemiler plajına geldim. Kayaköy çok da yüksek olmayan (Ölüdeniz'den yüz metre kadar alçak gibi geldi) bir platonun bir ucundaki yerleşim. Oldukça eski, tarihi bir köy var bir tepenin yamacında. Evler yanyana, alt alta ama birbirlerinin manzarasını kesmeyecek şekilde yerleştirilmiş. Kayaköy'den Gemiler'e doğru ittikçe plato insanın gözüne çok hoş geliyor. Her taraf çiçek, arada ağaçlar var ve sık olmadıkları için de dört yanda platoyu çevreleyen tepeler gözüküyor. Arada uzaklarda yıkık duvarlar falan göze çarpıyor. Gemiler'e inerken de önce platodan ormana girip sonra çok güzel bir deniz manzarası eşliğinde aşağı iniliyor.

Gemiler'de bir kamping olduğunu biliyordum ama nasıl olduğunu varınca öğrendim. Yere çadır kurmak çok zor - hem yamuk, hem de sert, taşlı. Tahta platformlar var. Çadır eğer dikdörtgen dome çadırlardansa kolay ama benimki gibi tünel çadırsa her tarafından iplerle tutturmak gerekiyor. Epey uğraştım ve sonunda fena olmadı.

Koyun karşısında tarihi bir yerleşim olan ada var. Daha önce gittiğim için oraya gitmedim. Yarın Hisarköy'e döneceğim. Burası gerçekten nefis bir yer ama kalmak için pek de uygun değil. Zaten gelenler de günübirlik gelip dönüyorlar. Elektrik sadece iki saat var; sıcak su yok; tuvaletlerin bazıları çalışmıyor; alışveriş yapacak bir yer yok ama fahiş fiyatlı iki lokanta var. Kampingde benden başka kalan olmadığı için sıkıcı biraz. Yerler çöp dolu. Bu çöp konusuna çok giriyorum gibi gelebilir ama gerçekten de pisilk içinde bir yer burası. Tek tesellim benimle ahbaplık kuran terrier. Memeleri sarkmış, herhalde bu yakınlarda doğurdu. Gündüz sürekli olarak karşı adalara turist tekneleri geliyor.

Turist tekneleri deyince aklıma geldi. Dalyan'da turistleri gruplar halinde ayarlayıp sabahın 5'inde sahile caretta seyretmeye götürüyorlarmış. Carette'lar Mart-Mayıs aylarında yumurtladıkları için turizm mevsimşnde yoklar tabi. Ama sivri arkadaşlar "Her zaman gözükmezler, şansınız varsa yakalarsınız," diye milleti kekleyip kargalar kahvaltılarını ederken kumları seyrettiyorlarmış. Tabi şimdi mevsim değil diye o heyecandan memleketimize gelmiş misafirleri mahrum etmek delikanlılığa yakışmaz. Bu olay fazla uçuk gelmedi bana ama başkalarından duyduğum bir şey sonuçta.

Buraya gelmeden önce iki gün kalırım diyordum ama yarın dönerim. Kapıdan girer girmez para muhabbeti yaptılar zaten. Sinir bozucu. Burada herkesin dilinde para. Hiç sevmedim desem yeridir.

9 Mayıs 2008 Cuma

Katrancı



Sabah erkenden kalktım yine, yediye doğru. Afyonum patlasım diye tuvalete gittim ve çay yaptım. Kahvaltıdan sonra hafif bir ağırlık çöktü ve denize daldı gözlerim; çekirdek çıtlattım. O ara aklıma geldi ve kimse uyanmadan çamaşır makinesinin esrarını çözmeye karar verdim. Sonuçta makine benim çadırıma sahiplerinden daha yakın ama kamera şakası olmasın diye görünmeden, bir ninja dikkatiyle yaklaştım alete. Akşamın gölgeleri ve makinenin keşişleri etraftayken yaklaşamamıştım. Eski bir AEG çıktı, yanılmamışım. Millet uyanmadan resmini de çektim.

Dün muhabbet koyduğum Ornella ve Roberto ile vedalaştık. Çok sevimli tipler. Meğer Roberto'nun işi ısmarlama (yeni jenerasyon jargonunda custom) araba yapmakmış. Resimlerini gösterdiler. Sahara, Meksika falan gezmişler. Adamın atölyesi müze gibi. Don Camillo için oralara gidersem mutlaka uğramamı söylediler. Kartlarını verdiler. Bu da böyle işte. Fotoğraflarını çekmedim, kötü oldu.

Güneş etrafı ısıtmaya başladığında yan taraftaki tepeye çıkmaya karar verdim. Allah'tan patika varmış. Muhteşem bir manzara. Makinemin kifayeti olayı bütünüyle zaptetmeme yetmedi. Dönüşte denize girdim komşu koyda. Burası iyi bakılan özel bir yer ama buna rağmen her yerde olduğu gibi çöp sorunu var. Dünya'nın neresi olursa olsun bu kadar güzel yerler bulmak gerçekten zor olmalı. Ama her yerde istisnasız çöp bulursun. İzmariter, şişeler, kağıt parçaları, naylon torbalar vs. Dağın başına çık, güzel bir manzara varsa bil ki çöpün içinde oturuyorsun. Vatan millet aşkı muhabbeti yapanlar bu pisliği görmez mi? Söylensen elitist olursun, söylenmesen kanıksamış olursun, çöp karnavalına katılsan maganda olursun. Sırf bu muhabbeti yapsan da banal olursun. Normal nasıl olunur önemli bir soru günümüzde zira.

Araba ile Fethiye'ye gittim - Internet için, delikanlı gibi bisikleti kampta bıraktık. Yarın Gemiler adasına gidip orada kalıp, oradan Ölüdeniz, Kelebekler falan gidebilirim. Bu akşam sormalı.

NOT: Buralara koyduğum resimler her zaman konuyla ilgili olmayabilir. Mesela çöplerin resmini çekmedim ama resimler hep bahsedilen yerde çekildi.

6 Mayıs 2008 Salı

Dalyan - Katrancı

Çok hareketli bir gün oldu. Sabah 6:30'da kalkıp 7:05'de yola düştüm. Dalyan'dan gelirken yaşadıklarım ve yaptığım soruşturma beni Sarıgerme üzerinden (yan yollar) değil de anayoldan Göcek'e oradan da Katrancı koyuna gitmeye itti. Dalyan'a gelişte tepelerde çektiğim eziyet Göcek Boğazı'nı gözümde geçilmez bir engel yaptı.

Sabah son sürat Ortaca'ya gelince kahvaltı ettim. 2 poğaça ve çay. Bir YTL istediler. Ortaca deniz kıyısında değil. Oradan Dalaman'a varmam da yarım saat sürmedi. Artık Göcek çıkışına kadar rahatım derken yokuş başladı. Şimdi bisiklete düzenli binen biri saçmaladığımı düşünecek ama göbek, sigara, içki ve ham olma hali birleşince böyle oluyor. Çık babam çık, toplamda dört kilometre kadar yokuş.

Göcek Boğazı'na girmeden yolda kontrol yapan polislerle konuştum. Tünelden geçiş bisikletlere yasakmış. Yine de şansımı denemek için tünel gişelerine gittim. Hemen karşımda filmdeki gibi bir Kötü, eli silahının on santim üzerinde, parmakları hafif hafif tikler duran bir adam bitti. Adamda terminatör güneş gözlüğü, ve üniforma vardı. Adı, özel korumaydı. Çok nazik sözcükler seçmesine rağmen aramızda bir hiyerarşi oluştu. Ben Milla Jojoviç olsam o da herhalde Umbrella kumpanyasının paralı askeri olurdu. Sıçtığımın memleketinde bir kamu arazisinde adı özel olduğu için birinin silahlanıp dayı dayı gezmesine kıl oldum. Demin konuştuğum polisler mesela normal insanlardı. "Kolay gelsin," deyip yanlarına gidersin, ama bu yeni üretilmiş genetik mutasyon, bu tür, daha "Ko-"da seni mıhlar, sonra da kovulur belki. İçime atıp hırsımı yokuşa verdim. İlk yüz metreden sonra hırsım geçti.

Göcek Boğazı 1-2 km. arasında bir mesafede tünelden. Yarım saatte çıkılıyor. Aslında o kadar da zor olmadı. Boğazın tepesinde tabelanın fotoğrafını çektim. Derler ya, "Tutmuş koparmış". Sonra yokuş aşağı saldım. Muhteşem bir his. Saatte 50 km hızla, dengesiz, tangır tungur ses veren bir aletin tepesinde üç saatte yaptığım yolu on dakikada aldım ve Göcek'e vardım.

Göcek'e vardığımda havam yerindeydi. Netekim, Ebru'ya bir kartpostal aldım, doldurdum ve Dalyan'dan yollayamadığım kartpostalla postaya verdim. Sabah yarım paket sigarayı Dalyan'da bırakmıştım. "Radikal olalım abi, bir daha içmeyelim abi," tadında. Ancak o zafer sarhoşluğu ile gidip iki paket sigara aldım. Ne olur ne olmaz bulamam diye. Çay bahçesinde simit, çikolata, çay ve sigara kürü yapıp kalan 10 km yolu gevşek gevşek gitme amacıyla bisiklete tünedim ve yola düştüm.

Bugün önemli bir ders aldım. Bisiklete binmeyene ve binse de Almanca (ve türevi) konuşan bir ülkeden olana "Yol nasıl kardeş?" diye sormayacan. Genelde dağ aşmıyorsan (Zigana filan gibi) dümdüz diyorlar. Yani bir yol düzdür, ta ki sollama yasakları ile üzer,nde rakım yazan bir tabela görene kadar. Arası yok. Araba eziyet çekecek yani. Göcek'ten sonra Fethiye yolu da Göcek Boğazı gibi geldi bana. Çık babam çık.

Bugün ikinci bir ders aldım. Dağa çıkmak için çantayı sırtına attıktan sonra "Nasıl olsa yavaş da olsa varana kadar yürürüm," dersin. Bisiklette böyle bir şey yok. Bacaklar bitince sıfır oluyorsun. Yokuşlarda her on metreyi saydım. Yokuş aşağı inerken güzel ama harbiden. Gümüşlü ya da Gümüşlük yazan, yanında da kocaman, devasa bir kamp ve piknik yeri tabelası olan bir sapaktan içeri girdim. Kısa bir süre sonra da denize ulaştım. Çok güzel bir introsu olan ama yaklaştıkça çirkinleşen bir yer. Kenarda kapıları açık bir TOFAŞ'tan arabesk yayını, yolun bitiminde, deniz yönünde bir beton basket sahası. Nasıl yani? Tam resim çekeceğim, sahil güzel, kadrajdan o beton sahayı çıkaramıyorum. İnsan şunu biraz uzağa, ormanın içine bir yere yapar. Deniz kıyısında potanın işi ne? Plaj basketi gibi bir varyasyon denemiş olsalar soylu çaba dersin. Orada bir yere çadırı nereye kuracağımı sorunca muhterem bana orada çadır kurmanın, kamp yapmanın artık yasak olduğunu söyledi.


Üçüncü bir ders aldım. Tabelalara inanmayacaksın. Biri çıkıp kamping - hatta, camping - olmasına rağmen bu değişikliği ibraz etmeden - bana mesela - tabelayı geçersiz ilan ediyor. Ne dersin ki? Kutsal bir "yasak" kelimesi ile karşı karşıyasın. Kazanman imkansız. Neyse, arkadaş bana bir sonraki koya gitmemi söyledi. Orada kamp yeri varmış. Dayanamadım sordum: "Yol nasıl? Ne kadar uzakta?" Cevap pek de hoşuma gitmedi: "Yola çık, rampadan sonra tabeladan sap, çok yakın." Eyvallah, yakın ama bacaklar bitik. Öğlen güneşi beynime yine tecavüz ediyor ve yine rampa. Orta Asya'dan kopup gelen, düzlüklerin o ufuklu güzelliğinden engebe bahçesi bu memleketi seçen çok sayın atalarımıza söve söve, bir taraftan da ne menem bir yere gittiğimi bilmeden vardım Katrancı koyuna.

Burası çok güzel çıktı. Bir tane Ercan Abi var burada - Laz -, sağolsun çok yardımcı oldu. Seleden yere inince anladım ki helak olmuşum. Karnım aç, pislik ve ter içindeyim. Duş aldıktan sonra alışveriş yapacak yer olmadığı için yolun üzerindeki markete gitmeye karar verdim. Tekrar yola 2 km.lik yokuş. Tam vazgeçecekken çöp traktörü beni götürebileceğini söyledi. Traktörcünün sol üst yanına çönüp yolu keserek çıktık yukarı. Yolun oradaki market biraz uzakmış. Allah'tan Ercan Abi beni aldı. Dönünce yemek olayına gireyim dedim ama yemek yapacak mecal yoktu. Atıştırdım: keş, ekmek, bira. Şu keş hayat kurtarıcı, iyi ki yanıma almışım. Hem bozulmyor, hem de sıcakta kuruyup kendine geliyor, yer kaplamıyor ve tam bir bira mezesi.

Kendime geldim derken İsviçreli bir çift geldi moto-karavanla. Karavan şahane bir aletti, jip gibi ama karavan, her yere girer. Park yeri konusunda birbirlerini anlamadan Ercan Abi ile mütalaa ederlerken olaya müdahil olma gereği hissederek gruba rampaladım. Adamın da kadının da İngilizce çat pat. Ana dillerinin İtalyanca olduğunu öğrenince damardan muhabbet koydum: Don Camillo. Guareschi abimi biliyorlar ve hatta hikayenin geçtiği köye bile gitmişler (Brescello). Orada bir Don Camillo müzesi varmış. Gitmek lazım. Asıl koptuğum nokta ise kadının annesinin Guareschi ile hemşeri olması ve kadının küçükken onun çocuklarıyla oynamış olmasıydı. Küçük bir dünya. Guareschi abimiz Mussolini zamanında ne olur ne olmaz diyerek sınırın İsviçre tarafında kendine bir ev almış.

Adam hemen iki tane kocaman İtalya haritası çıkardı ve Po Ovası üzerine konuya girdik. Oradan Birinci Dünya Savaşı'nda İsviçre'ye bulaşmadan Almanların nasıl asker sevk ettiklerine daldık. Doğuda trenyolu aradık ama yoktu. Yürüdü mü bunlar yani? Kontrol etmek lazım. Daldan dala bayağı bir muhabbet oldu.

Güzel bir gündü derken Tahtakale'deki oyuncakçıdan aldığım led ışıldak bozuldu. Çadırımın avizesiydi. Ulan şu Çinliler ne zaman doğru dürüst bir şey yapmayı öğrenecek?

Bu millet hayvan kardeşim. Kampinge gelmişler. Bir sürü insan var burada. Adamlar önce zebellah gibi bir çamaşır makinesi çıkardılar minibüsten. Hani 220 Volt ile çalışan, beyaz eşyacılardan 47 taksit ile alınan, dakikada en az 800 defa dönebilen aletlerden. Bu makineyi kamping içindeki hayrata bağladılar. Sonra hava kararırken jenaratör çalıştırdılar. Ulan başkasına saygın yok da sen ne bok yemeye tatile çıkıyorsun kardeşim? Kafa bu, kafa. Otur Ankara mı, İstanbul mu evinde, inan daha iyi dinlenirsin sessizlik içinde. O jenaratör titreşimleri onları daha fena hırpalamıyorsa ne olayım. İzmit pişmaniyecileri gibi her yeri de ışıl ışıl yaptılar. Hani empati felan kurayım diyorum ama başka uzayın insanları bunlar; Klingon bunlar.

Takıldım ben bu çamaşır makinesine. Gerçekten onların mı? Çayırın ortasında inek gibi duruyor. Ben yanılıyor olabilir miyim? Kampingin bir demirbaşı mı bu? Ama niye buraya getirdiler durup dururken? Nasıl çalışıyor olabilir? Sıkma, durulama, ön yıkama falan gibi teferruatları yok mu, bir sağa bir sola çalışanlardan mı? Hadi giren su tamam da çıkan su nereye gidecek? Köpüklü Omo'lu suda yüzer uyanır mıyım sabah? Yarın öğrenmeliyim, belki de bunu buraya koyup milleti kameraya çekiyorlardır.

Saat 21:45. Çamaşır makinesinden uğultu gelmeye başladı. Neredeyse jenaratörü ve sesi açık olan televizyonu bastıracak. Sıkıyor besbelli. Bu bir rüya mı, kabus mu?