17 Temmuz 2009 Cuma

16.07.2009, Perşembe

Sabah kalktım ve her tarafım ağrıyor ama o kadar da kötü değil diye düşündüm. Zirve yapıp yapmamayı düşünüyorum. Ortalıkta fantastik bir şey gözükmüyor. Sadece taş var bol bol. Gerçekten enteresan taşlar var - büyük basınç altında sıkışmış katman katman rengarenk taşlar. Ne manzara var ne de ciddi bir yükselti. Yükselince bile etrafınla birlikte yükseliyorsun, bir dağa tırmanmak gibi değil.

Dün o küçük çanta ve o ince ayakkabılarla 600 metre falan çıkmışım. Ayaklarım su toplamamış olsaydı basıp çıkardım kalan yolu ama eziyet olur gibi geliyor. Zaten 3 güne daha mal olacak o şekilde.

Burada en etkileyici şeylerden biri mesafeler oldu. Bir göl görüyorsun önünde, bir türlü varamıyorsun. Hava acayip temiz ve duru. Bu yüzden olmalı. Herşey çok yakın gözüküyor.

Demin buraları gezen üç kampçı ile konuştum. "Bir daha buraya gelmeyiz. Bu ne ya!!" diye söyleniyorlardı. Çok sıkıcıymış. Sorun bende değil yani. Gözünü seveyim memleketimin coğrafyasının. Bizim standartlar çok, çok yüksek buradakilere göre. Burası şaka gibi.

Sonuçta dönmeye karar verdim. Bu sefer ayaklar kötü diye tüm yolu işaretli kısımdan gideceğim. Çok da fark yok gerçi. Bu şekilde 4-5 km daha uzuyor yol ama ne yapalım.

Yolda sürekli serpiştirdi, bir kaç kez sağanak yağdı. Dizimde ağrı var ve yağmurdan sonra taşlardan yürümek yordu. Zor bela indim. Kampinge kadar otostop çekerim demiştim. Kimse almadı. Ağlaya sızlaya son beş kilometreyi de yürüdüm. Kampinge, bisikletin oraya vardığımda berbat bir haldeydim. Hayatımın en güzel duşlarından birini aldım sonuçta. Serdar Bey, Serdar Bey... Yaşlanıyoruz. 12 -13 saat yürümek ağlatıyorsa artık yolları eskitme sırası sonraki nesillere artık gelmiş...

15.07.2009, Çarşamba

Dün buraya hiking yapmaya gelen bir adamla epey bir konuştuk. Bayağı bir kanıma girdi. Çok güzelmiş rota. Bu kadar insan böyle gelip geziyorsa vardır bir hikmeti deyip küçük sırt çantamı (25-30 litre) 5 günlük bir gezi için hazır ettim. Epey zor oldu ama bir şekil sığdı herşey.

Sabah bir harita aldım 50000'lik. Güzel bir şey. 50 km kadar gidiş zirveye. Patika işaretliymiş. Kaybolmana imkan yok zaten harita ile. Ama çanta epey rahatsız; zaten o kadar eşya nasıl sığdı anlamış değilim (kıyafet, 5 günlük yiyecek, ocak, çadır tulum, vs. vs.). Bisikleti alışveriş yaptığım yerde bırakacak bir yer bulamayınca geri döndüm kampinge, yolu uzatmış oluyorum ama yapacak bir şey yok.

Yola düştüm. Bodur bir orman var Kilpisjarvi yakınlarında. Burası göl kenarında ve göl 473 metrede. Önce 4-5 km kadar bodur orman, potansiyel bataklık bir yerden gittim. Yol tatlı tatlı yükseliyor ve bir anda ağaç sınırının üzerine çıkmış oluyorsun, ki bu da galiba 600 metre civarında. Buradan sonra yol, bitki örtüsü kayadan ibaret. Bazı yerlerde toprak var ama oldukça az. Her yer kaya ve onların üzerinde bitmiş yosun gibi şeylerden ve bazı çiçeklerden ibaret gibi.

Patika diye işaretledikleri "şey"in yarısından çoğu taş. Kadıköy dalgakıranında yürür gibiyim. İşaretler de 50 metre aralıklı bodur direkler. Ben yine de kayboldum tabi. Önce biraz fazla kuzeye gittim, sonra güneydoğuya dönüp bir saatlik bir gecikmeyle patikaya çıktım. 250 000'den 50 000'lik haritaya geçince biraz afalladım ama zaten harita ve pusula ile burada kaybolmak imkansız. Alabildiğine ufuk ve göl var. Beni asıl sinir eden, dağın ortasında koca bir çit bulmak oldu. Toroslarda mallar kaçmasın diye yapıyorlardı ve kapısı olur, oradan geçersin. Burada geyik var sadece ve bir de sınır. Sağına gittim, yok, soluna gittim, yine yok kapı. Balık gibi girdik tuzağa. Çitin hemen diğer yanında da varmak istediğim patika.. Sonunda bir yerlerde altından geçtim. Gerçekten de geyikler geçmesin diye konmuş bu arada.



Neyse, sonuçta öğleden sonra ilk durağa vardım. Burada dağa kulübe yapmışlar. İçinde kocaman bir yatak (yana yana tulumları atıp uyuyabiliyor 8-10 kişi), yemek için gaz ocağı ve odun sobası. Dışarıda da kenef kulübesi var bir tane. Soba ilgimi çekti çünkü etrafta ne yol var, ne de ağaç. Kesin traktör geliyordur ama otantiklik kaçmasın diye çaktırmıyorlar. Bu kulübe tam Norveç sınırının yanında, iki göl arasındaki 50 metrelik ince bir kara parçasının üzerine konmuş. Ulaşmak için 3 kilometre kadar Norveç'e giriyorsun zaten.

Oradan ikinciye yürüdüm. Arada 10 km kadar yol. Tam Aladağlar'a benziyor. Kayalar uzaktan çarşak gibi gözüküyor. Hava çok temiz olduğu için ve etrafta büyüklükleri ve mesafeleri anlamanı sağlayacak tanıdık hiçbir şey olmadığı için benziyor. Bitkisiz, sevgisiz bir yer. Kışın kesin ölürsün burada. Neyse, ikinci durak klasik bir yayla. Ortada su akıyor, bir kulübe yine, etrafta çadırlar var bir sürü. Burası diğerinden çok daha güzel bir ortam. Biraz daha aşağıda. Rüzgarlardan nispeten korunalı. Ot falan var ortalıkta. Su buz gibi. Sağda solda Temmuz'a direnen bir iki kar kütlesi.

Herkes aynı yerde kalıyor. Ben tabi boş bulunup çadırı kurmuştum ama kulübede tek başıma kaldım. Millet çadırları taşıdıkları için olsa gerek orada kalıyor. Deli bunlar. İçerisi hem rahat, hem de sıcak. Ayaklar su topladı çok kötü. Bütün gün kayalardan yürüdüm ve ayakkabıların altı da ince. Ertesi gün geri mi dönsem diye düşünmedeyim. Burada da bir iki kişi ile konuştum. Her yer aynı diyorlar. Yani taş. Haritaya baktım, zirve Norveç sınırında ve her tarafında benzer yükseklikler var. Manzara yok gibi - ki öğrendiğime göre öyleymiş. Ayaklarımı parçalaya parçalaya deli saçması bir patikadan gidecem ya da döneceğim. Dönersem 3 gün kazanmış oluyorum. Sabah karar vermece. En azından yayla yapmış oldum.

14.07.2009, Salı

Sabah erkenden kalktım. Çadır sırılsıklam. Kuzeyde hava nasıl acaba? Epey yukarı çıkacağım (20. enlem), Kilpisjarvi'ye. 8 saatlik otobüs yolculuğu. Bu gece orada kalıp yarın Norveç'e gidebilirim. Biraz ortama, biraz havaya, biraz da bana bakıyor.

Şu anda Kilpisjarvi'ye 110 km kala bir benzincide mola verdik. Hava nefis. Kuzeye gittikçe ağaçların boyları epey kısalıyor. Bölgesel bir şey mi yoksa enlemle alakalı mı bir muamma benim için. Öğrenmek gerek, öğrenmenin sonu yok netekim. Yolda bir geyik sürüsü vardı. Söylenene göre buralarda her taraf geyik doluymuş. İnsanlardan falan kaçmıyorlar, otobüsün önünden lütfen çekildiler.

Norveç'e girişte harbiden sınır kapısı varsa ve bu adamlar Shengen'li değilse alternatifim biraz kuzeydeki dağa çıkmak olacak. Ben Norveç Shengen biliyorum ama biri değil dedi yolda. Neyse, zirve 1350'lik bir dev. Dağlar daha çok Norveç'te, hatta arada sınır oluşturuyorlar da denebilir. Finlandiya tarafında dağ yok pek. Dağlar da hemen başlamıyor. Mesela Kilpisjarvi 600 metre civarında, genel olarak bölge yavaş yavaş yükseliyor.

Kampingin altyapı fena değil ama hem kalabalık, hem gürültülü (acayip bir çocuk ağlama ve köpek havlama korosu), hem de çadır yerleri diye ormanın içine yolluyorlar, çok düz değil. Internet var, o iyi oldu. Buraya gelenlerin büyük kısmı trek yapmaya gelmiş. Zaten bu kadar kalabalık başka ne yapabilir burada anlamış değilim. Hiç bir şey yok. Bir tane market, bir sürü otel (3-4 tane) ve bir kampigden ibaret tüm Kilpisjarvi. Finlandiya şartlarında ciddi bir trekking turizmi var burada. Kuzey turistik. Hafif bir yapılaşma gözüküyor aralarda ama nüfus hiç yok, hepsi turizm için. Bilmiyorum ama güney çok daha iyi gözüktü gözüme benim, niye burası bu kadar kalabalık anlamış değilim.

13.07.2009, Pazartesi

Bugün Rovaniemi'yi gezeyim diyerek erkenden çıktım. Kahve ve Internet molasından sonra Info'ya uğrayıp otobüs bilgilerini aldım yukarı (kuzeye) çıkmak için. Mabede gitmek istiyorum, futbol mabedine.

Önce Arktium müzesine gideyim dedim. Burası Kutup Bölgeleri üzerine bir müze. Güzel akademik bir kütüphanesi var. Müzenin içinde tarih, coğrafya, sosyal özellikler vs. herşeyden biraz var. Bir dia gösterisi vardı, ona da takıldım. Müzeden çıkınca açtım, baktım haritaya, şehirde başka bir şey yok. Bir Ortodoks, bir de Protestan kilisesi var. Protestan kiliseleri zaten çok sıkıcı genelde. Tom Amca'nın Kulübelerinden hallice. Ortodokslar heybetli yapmaya gayret ediyorlar. İki mezhebin ideolojileri farklı tabi.

Kiliseye gittim (Ortodoks olana tabi). Fena değil. Ruslar neredeyse bütün büyük şehirlere bu şekil imza atmışlar. Sonuçta Ortodokslar azınlıkta burada. Ama görüntü ve etiket daha güçlü protestanlardan.

Şehir merkezinde iki Fransız'a rastladım. Adamlar tandem bisikletle Avrupa turu yapıyorlarmış. Kunuştuğumuzda 8000 km yol yapmışlardı. En doğuda İstanbul, İtalya, İspanya, Yunanistan vs. gezmişler. 6 aydır yoldalarmış. Aslında o kadar da kötü değil. Tek kişi gerçekten zor bir şey ama iki kişi çok zevkli olabilir. Biraz muhabbet ettik ama fazla da konuşkan değillerdi.



Baktım günün geri kalanında yapacak hiçbir şey yok, döndüm kamp yerine. Akşamüstü yine sağanak vardı. Her yer ıslak. Sabah erken kalkmam lazım, bu havada çanta nasıl toplanacak bilmiyorum valla. Şu hava olayı gerçekten sinir bozucu yoldayken. İlk hafta hariç, sürekli kapalı. Kesin yağar diye bekliyorsun. Arada bir güneş yüzünü gösteriyor ama hiçbir şey belli değil. Bazen bir sağanak başlıyor, hazırlıklı değilsen 2 dakikada ıslanıyor herşey.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

12.07.2009, Pazar



Sabah gevşek gevşek kalktım. Tren öğlen 2'den sonra. Güzel bir kahvaltı. Sabah haberlerini okudum. Kimdir bu Ferrari merak ettim. Serdar cevap ver niye açmadın telefonunu? Behiç'in düğünü nasıldı? Bekle beni de beraber bir ev ziyaretine gidelim adama.

Bir amcam vardı kampingde, akşamları benim gibi bilgisayarın başında. Meğer o da bisiklet turundaymış. Vagon var bisikletin arkasında. Yükle uğraşmak çok daha rahat oluyordur böyle kesin. Çok kulanışlı gözüküyor. Kuzeyi sordum, yoları falan. "Ne yolu, ağaç işte," dedi. Dedim, "Orada tepeler, manzaralar olduğu rivayet ediliyor." Dedi, "Burası Finladiya," ve güldü. Norve'e gitmeliymişim. Böylece Norveç'e gitmek de farz oldu. Hem belki Kuzey Buz Denizi'ne ayak sallandırırım. Galiba dün aldığım haritayı kullanamayacağım. Yarısı trene, diğer yarısı da otobüse gidecek haritanın.

Burada martılar ok agresif. Masaların tepesindeler. İki dakika masadan kalk, tabağındalar hemen. Bir serçe sandalyenin altında ekmek peşinde. Martılar da sandalyenin altın girmekten korkuyor olsalar gerek, çevrelemişler, tezahürat yapmadalar serçeye. Böyle de enteresa bir memleket burası.

Oulu'da Türk restorant bol. Girmedim hiç ama isimlerden belli: İstanbul Kebap, Memo's Döner falan gibi yerler var. Buranın meydanı neşeli. Oradayım ve bir arkadaş rampa yaptı. Üzeri hafif dökülüyor. Çalışmıyormuş. Devlet yardımı ile takılıyor. Almanca denedi ama sadece king terminolojisine yatkın olduğum için konuşamadık. İngilizcesi fena değil ama. Geyik yaptık biraz, kütüphanenin açılmasını bekliyormuş. Vay be..Ne denir ki başka?

Bileti almaya biraz erken gidince bir de baktım ki hemen bir tren daha var, atladım hemen. Yolda tren bozuldu. Kurtarıcı lokomotifi bekledik bir saat. Sonunda ulaştım Kuzey Kutup Dairesi'ne. Keh keh..

Burası farklı bir memleket. Bir kere turistik takılıyorlar. Safari ilanları falan var. Lan ne safarisi ağaçların arasında diyerek asabiyet yapacaktım ama yetkili yok ortalıkta. Kamping bayağı dandik ve güneydekilerin iki katı fiyatı. Bisküvi aldım çayla gevelemek için, 3 Yuro. "Internet?" "Beş Yuro ama istiğin kadar bağlanabilirsin." Peki canım. Belki mesajlarıma bakacam. Bir tane geldiyse ne olacak? Elektron yerine postacıya taşıtsam daha ucuz. Hem daha romantik. Parasından değil ama kokusundan yani. Hassittir dedim kendi kendime. Burası turist-sever bir yer. Havaii'ye gidip egzotik takılmak gibi bir şey galiba burada olmaya çalışmak. Aydınlık geceler, Santa Klaus'un memleketi, sağda solda geyik postları (ya da kıllı başka bir şey) falan diye orjinal olmaya alışıyorlar. "Sen zaten orjinalsin, çabalama" diyesin geliyor. Bir taraftan akla bizim Aspendos duvarlarının arasında turistlere antik kalp para satan İyon'lu Memetler de geliyor diyeceğim ama bir diğer taraftan da alakası yok. Bizim İyonlu Memet kadar orjinal olabilirler mi, o da ayrı bir soru. Belki de kampingin etkisi bunlar hep. Şehri fazla gezdim sayılmaz.

Neyse, sıradan bir gece ve uyku.

11.07.2009, Cumartesi

Gece kitabı bitirmek için kastığımdan sabah 9'da uyanabildim. Bir duş aldıktan sonra Oulu'ya gittim. Bugün elde harita, fotoğraf çekerek gezmeyi düşünüyorum. Ne de olsa şehir gezeceğim.


Kahvaltıda balıklı bir şey yiyerek otantik olmaya çalıştım. Fena değildi ama kahvaltıda balık bozar delikanlıyı. Şu anda meydanda oturmuş yazıyorum bunları. Demin Internet'i denedim, çalışıyor. Valla helal, İstanbul'a da lazım. Hem belki TT batar da kurtuluruz.


Biraz şehri dolaştım. Sonra limanı gören bir yerde iki saat bezdim. Fazla bir şey yok. Bir bira ve yine aynı Hint yemeği. Pilav tam lapa; tabi adamlar bir tencere yapıp 3 saat onu satmaya çalışıyorlar; düzgün olsa şaşırırdım. Bu pilavı bizde satmaya kalksalar kesin dayak yerler. Yarın kısmetse Rovaniemi'ye geçip gezinin teoride en baba kısmına başlıyorum: Kuzey Bölgesi, Lapland.


12 Temmuz 2009 Pazar

10.07.2009, Cuma

Oulu'dayim. Kıyıda bir meydana kurulmuş bir sahnenin yanında. Nedendir bilinmez bir hüzün aldı gidiyor. Birazdan konser başlayacak. Ne konseri bilmiyorum. Solumda bir vin, millet bungee yapıyor. Fonda Scorpions. Herhalde rock konseri diyorum. Yine de hüzün. Hava güneşliydi, bir anda kapandı....

Meğer açlıktanmış hüzün. Burada standlar var yemek aldığın. Plastik tabaklarda falan. Standlar bir karenin üç kenarı, bir kenarı sahne, ortada da oturacak masalar ama en az 50 metre var bir kenar, büyük yani. Neyse, Hintlinin standından tavuk-pilav aldım, indirdim mideye. Tam üzerine de AC/DC çalmaya başlayınca hüzün filan kalmadı. Şu solistin sesi beni değil, ölüyü diriltir.

Konseri bayağı bir bekledim. Belki de 2 saat. Benim masada oturan bir çiftle muhabbet ettik bu arada. Şehir için bir iki tüyo aldım. Sonunda konser başladı. Baterist, bascı ve saksafoncu da dahil 8 kız, 2 erkekten oluşan bir grup. Dört solistle blues ve pop karışık çok sesli müzik yapıyorlar. İki sorunları var: zenci değiller, daha çok çalışmaları lazım. Yine de iyi vakit geçirdim. Bütün şarkılar İngilizceydi galiba.

Konser nihayete erdiğinde karnım 3-4 bira ile dolmuştu bile. Bisiklete atladım ve döndüm kampa. Çocuğun söylediğine göre yol-su-elektrik uzantısı olarak yeni bir hizmet, tüm şehirde wireless varmış. Bugüne kadar gördüklerime uymuyor ama bir deneyeceğim yarın.