10 Kasım 2008 Pazartesi

Çubuk Gölü

Çubuk Gölü Göynük'ten Mudurnu isikametine giderken sol cenaptaki yollardan birine sapınca varılabilen bir göl. Göynük'e uzaklığı 15 kilometre falandır tahminimce. Dedemin - eski posta müdürü rahmetli Nuri Bey - buradan olması bile benim burası ile bir gönül bağı kurmama yetmemiştir. Her ne kadar yeni gören herkes hayran kalsa da sevemedim bir türlü. Bir kere gölün kenarında oturabileceğin yer yok fazla. Bir tane tepe vardı göle bakan ama orası da özel mülkiyet oldu yıllar önce ve çitle çevrildi.



Her geçen gün artan turist nüfusunun hafta sonları şehirdeki hamburger ya da sezar salatasından sekerek ayran içip gözleme yeme, vakitleri varsa mangal takılarak yiyecekleri etlerin pişmesini izleme ihtiyaçlarını karşılamak üzere yapılan bir restorant/çay bahçesi hibridi mekandan ve ilk başta bir tv dizisi için inşa edilen ama yakın gelecekte Hollywood'un ucuz işgücü dolayısı ile buraya gelerek başrolünde Brad Pit'in (ya da benim tercihim Robin Williams'ın) oynadığı bir Don Kişot'un çekimlerini bekleyen yeldeğirmenlerinden başka bir şey bulamam pek.

Yine de ilk gidenler (benim götürdüklerim) hep beğenmiştir - ya da onlara oraya kadar eşlik ettim diye ayıp etmemek için beğenme moduna girmişlerdir. Kimsenin günahını almayalım, hepsi kendi boyunlarına (bu da liberalizmin, demokrasinin başka bir ifadesi olabilir - Bu$h'un günahı kendi boynuna mesela).

Unutmadan gölün kenarına yapılan, eskiden öncü olarak üç tane yapılan sonra da bölünerek çoğalan villa bozuntusu yolsuzluk abidelerini de söylemeliyim. Bu villalardan aslında memleketimin yönetiliş şemasını da çıkarımsayabilirsiniz (ne kelime!). Halkın seçtikleri ve onları kontrol eden ve işlerin yürümesini sağlayan bürokrasi birbirlerini kıskanmamak için beraberce dikmişler bu villaları. Bunlar dedikodu da olabilir ama güzelim ormanın üstünde biraz yolsuz yolsuz duruyorlar. Başka bir açıdan da sivil devletin (ne demekse) bürokrasi ile nasıl kolkola daha müreffeh bir Türkiye için çalıştıklarını gözlere sokar bu villalar. Düşünsenize devlet ve seçilmiş beraber yerler, içerler (çay tabi, bir ihtimal, poşette bitkisel çay) ve satranç oynarlar mesela. "I shot the sheriff but I did not shoot the deputy:" Bu ikilem artık tarih. İş yoğunluğuna göre yardımlaşıyor insanlar; birine isyan etmek hepsine isyan etmek demek oluyor.) Resim koyardım ama çekmedim tabi.

Velhasıl gölü geçecek olursak bölge çok güzel tabi. Yeldeğirmenlerinin karşısından yaylalara giden tarafa geçip de yukarı doğru tırmanmaya başlayınca özellikle yemyeşil bir coğrafyaya geçiş yapmak mümkün. Köyden yukarı yaylaya çıkan bir yol var, bir sürü de patika. Yol güzel, çamur yoksa ve araba biraz yüksekse çok rahat çıkılabilir. Patika daha güzel. O yayla(lar) ayrı bir günün konusu. Burada bırakıyorum.

5 Kasım 2008 Çarşamba

Goynuk

Goynuk, essiz dogasi, sicakkanli insanlari ile bu gune kadar gordugum en harikulade yerlerden biri. Tahminimden cok daha yesil bir yer en basta. Kucuklugumde gordugum karadeniz yaylalarina benzeyen guzellikte yaylalari var. Cubuk golu, hemen kenarina kurulmus yel degirmenleri ile zamansız bir masal karesini andiriyor. Son birkac yildir gelisen turizm tarihi dokunun bozulmasina nasil olduysa neden olmamış. Genis bir vadiye yayilmis Safranbolu evlerine benzeyen sirin evleri, daracik sokaklarla orulmus. Tepelerde leziz mantarlari var, tabi bunlari rasgele toplamamakta fayda var, ne de olsa mantar isi sakaya gelmez! Koyleri ve tepeleri birbirine baglayan daracik dag yollari, etraftaki agaclarin danseden rengarenk yapraklari sonbaharin yumusak isiklariyla Goynuk ve civarini pastoral bir resme donusturmus. Goynuk diyorum baska da bisey demiyorum! :-)

Göynük

Çocukluğumdan beri sık sık Göynük'e giderim. İstanbul'da yetişmiş olmama rağmen Göynük'lüyüm derim soranlara. Güzel yerdir Göynük... Burası ile ilgili düzenli bir şeyler yazmak yerine arada bir karışık tatlar vermek en iyisi. Geçen haftasonu bir arkadaşımla gittim mesela. Göynük'ün İstanbul'a mesafesi 2 saat 15 dakika. Sonbahar yaprakları kuzey rüzgarlarına dayanmaya çalışırken geldik. Sararıp dökülmeden önce kızaran o yaprakları görmek güzeldi. Göynük ahalisi haçlı seferlerinden birinden kopan bir grup yüzünden arada biraz sarışınlık edindiği için (Sarıcalar adında bir köyü bile var) şarabi olmasa da, ya da o şanlı mukaddes tarihi içinde eşkiyalık genleri bulundurmasa da ortalığa bence şan verecek kadar gevşek bir güruh sayılabilir. Bu gevşeklik belki de en son zevk düşkünü Roma'lılardan kaldığı söylenen bir yerleşimin oralara, Baharat Yolu'nun kollarından birinin üzerine kurulması ile ilgili. Her ne kadar Sybaris'e uzak bir coğrafya olsa da tarz olarak memleketim Sybaris'ten aşağı kalmaz (bugünkü şartlara göre ve gevşeklik baabında konuşuyorum tabi, yoksa Sybarisliler pek çok konuda Göynüklülere biraz fazla liberal gelirdi kesin). Sonuçta Cumartesi gezdik, biraz turistik oldu: çarşı, Saat Kulesi ve belki de ileride televizyon dizisi için yapılmış olan yel değirmenleri ile ünlü olacak Çubuk Gölü.
(Yukarıdaki resim daha önce Yeditepe Üniv. öğrencileri ile yaptığımız geziden kalma. Çubuk gölü kıyısındaki yeldeğirmenlerinden biri.)


(Yukaridaki resim de benim yıllar önce çektiğim bir resim: Akşemseddin Türbesi. Alttaki iki resimden ilki benim emektar karavan, ikinci de onun koruyucusu tüylü Tanrıça Dodi)

11 Mayıs 2008 Pazar

Son Notlar

Bu gezide Gemiler'den sonra Kayaköy'e geri döndüm ve bir gece de orada çok güzel bir kampingde kaldım. Sanatçılar Kampı adında bir yer. Dalyan Kamping ve burası iki tane çok ciddi tavsiye edeceğim kalınacak yerler. Burada taş evleri gezip etrafta takıldım. Ertesi günü de Fethiye'ye döndüm. Otobüs biletimi aldım ve İstanbul'a geldim. Bu son iki gün ile ilgili kaydadeğer olay fazla yoktu ama yine de...


Ölüdeniz'den inişte 60 km/saati geçtim. Acayip heyecanlıydı, yolda frenleri denedim. Bisikletin durmaya niyeti olmadığını görünce o hızda indim yoksa 80'i görebilirdim sanıyorum. Sırf o his için bisikleti oraya götürüp minibüsle yukarı çıkıp çıkıp aşağı inilebilir.

Fethiye'de ellerim uyuştuğu ve otobüse kadar koca bir günüm olduğu için Esnaf Hastanesi'ne gittim. Çok güzel bir hastane. Bisiklete binmekten bileğimdeki sinirler zedelenmiş, iki-üç güne geçer dedi doktor. İlaç falan verdi.





Fethiye'de bütün gün gezdim. Daha önce bilgi aldığım tuvaletçiye gittim. Adam bir tv programı seyrediyordu. Programda galiba sunucu pezevenklik yapıyor. Tuvaletçi abim adamın evlenmek için seçtiği kadını beğenmedi. İdeal kadın götlü göbekli olmalıymış. "Doyurucu olmalı." Ben tabi hemen sordum: "Şimdi bir de 0 beden olayı var. Herkes ince kadınları seviyor ama." Verdiği cevap biraz müstehcedi ama anafikri rahat yüzebilmek ile ilgili.

Kamil Koç ile döndüm. Adalya diye bir yerde durdular. Kimdir bu Adalya? Bir pilav üstü dört tane kuru fasülyeye dört buçuk milyon aldılar. Pilav da küçüktü. Helasına gittim. Girişe kocaman tabela asmışlar: "Yeni pisuvarlara tükürmeyiniz." Şimdi bu yazı değişik açılardan incelenmesi gereken bir yazı. Bunu yazan kendisi tükürüyor olabilir, o zaman başkalarına neden engel olmak istiyor? Kendisinden utanıyor mu; bu bir alışkanlık da ondan mı kurtulmaya çalışıyor? Kendisi tükürmüyor olabilir ama orada durup işeyenleri kesip sonuçta istatistiksel olarak önemi olan bir oranın tükürdüğünü tespit etmiş olabilir. Sorarım o zaman, milleti tüm gün dikizlerken acaba hiç dayak yedi mi? Ya da Adalya'ya gelenler tükürdüğü zaman pisuvarı ıskalıyor olabilirler. Her Allah'ın günü de ortalık batıyorsa eğer haklı olabilir bunu yazmış olan. Bu sefer de sorarım, bütün kabiliyetsizler Adalya'yı mı bulur? Ben mesela zaman zaman tükürürüm işerken. Normaldir bence, başkalarını da bilirim hatta tüküren. Ben ıskaladığımı hiç hatırlamıyorum - sarhoşken bile. Bunu okuyan biri olursa bu yazının oraya neden asılmış olabileceği hakkında fikir verebilir mi?

Benim adına V oturuşu dediğim bir oturuş vardır. Bu sadece erkekler için geçerli olabilir. Otobüse binersin, yanına biri oturur ve bacaklarını kocaman bir V şeklinde açar. Bacağın biri koridora çıkar, diğeri de senin bacağına yapışır. Yol boyunca ince hatlı bir Avrupa aristokratı misali düz çizgilerden ve dik açılardan oluşan bir şekil almaz. Hep ÖSS açıları ve şekilleri kullanır. Bu tiplerin bacaklarının üst kısmı genelde kısa olur ama açıldığı zaman mutlaka temas gerçekleşir. Genelde bu tiplerin göbekleri de bulunur ve eğer kemerleri varsa onu kamufle edecek kadar hacme sahiptir; kemer olup olmadığı hiçbir zaman bilinemeyeceği için bunu böyle kabullenebiliriz. Bundan yakınınca homofobik olunmaz, baştan koyalım bunu. Benim yanımda da V oturuşu yapan biri vardı. Buna karşı savunma bilen varsa lütfen söylesin, tekrar tekrar gündeme gelen bir konu netekim.

Kamil Koç'un otobüsüne binmeden önce bir kadın ile bir adam birbirine girdi. Kadın adamı öldürmekle tehdit etti ("Öldürürüm seni ben!") adam da ona bir şamar şarz etmeye meyillendi. Olay yolda karşılaşan keçi olayı. Adamı zor durdular. Sordum adama, "Sen bu sinirle nasıl yaşıyorsun?"
- Bana seni öldürürüm dedi. Orospu.
- Nooldu deyince?
- Nazik olur insan önce. Orospu.
- Hadi vurdun ona diyelim tokadı. Çözülecek mi olay?
- &%+&%'/&!%@@

Uzaklaştım. Kafamı çevirdim. Adam benden tepki almak için midir nedir, yanıma gelip beş dakika sövdü. Sövdük ateşlendi, ateşlendikçe sövdü. Niye ki?

Bir de terminalde Topçu Hasan ve Fransız İsmet ile muhabbet koydum bayağı bir ama çok da önemli değil.

THE END

10 Mayıs 2008 Cumartesi

Katrancı - Gemiler



Sabah yine erkenden kalktım ve kahvaltı etmeden yola koyuldum. Arada gevelemek için iki hıyar ve bir elma vardı yanımda. Katrancık'tan ana yola dik bir yokuş çıkıp (1,7 km) Fethiye'ye doğru yollandım. Önce heyecanlı bir iniş ve sonra da düzlük olduğu için rahat rahat gittim. Gayet hızlı bir şekilde 25 km kadar yol yapıp Fethiye merkezde kahvaltı yaptım.

Bir tost ve çaydan sonra bağırsaklarımın mesai düdüğünü duyunca bir umumi tuvalet bulup girdim. Umumi tuvalette uzun işi halletme olayı her zaman biraz korkutucu olabiliyor. Burası - ve sonraki tecrübelerime göre de Fethiye ahalisinin tuvaletler konusundak titizleri genellenebilir - gayet iyiydi: tuvalet kağıdı, sabun, kurutma makinesi, temizliği vs. Operasyondan sonra tuvaletçi ile muhabbet koydum. Her ne kadar bir İstanbul beyefendisi oturuşuna sahip olsa da arada ağzını bozması imajını garip bir biçimde yalpalatıyor. Yollarla ilgili bilgi alırken orada takılan bir genç arkadaş tan bayağı bir faydalandım. Yüküm çok olduğu için daha uzun olan Ölüdeniz yolu üzerinden Gemiler'e gitmemi tavsiye etti. Aynı irtifa farkı var ama dik değil o kadar. Bunun dışında turist kızları atabileceğim, kimsenin gitmediği muhtelif kumsalların ve manzara noktalarının detaylı tariflerini verdi. Yayılmasın diye yazmıyorum, hepsi aklımda. Ama bence oralarda çiftler birbirlerine tosluyordur ve birbirlerini bozmamak için bozuntuya vermiyorlardır.

Ölüdeniz'e çıkan yol beni öldürdü valla. Bir sonraki gezim ya Po Ovası ya da Hollanda. Yokuşun sonuna doğru daha hızlı olduğunu farkederek yürüdüm (bisikleti ittim). Gerçekten de epey farkediyor. Hem daha az enerji sarfediyorsun, hem de sürekli durmak zorunda kalmıyorsun; hızın da aynı zaten. Ölüdeniz'de (tepede) bir omlet yedim.


Yola tekrar düştüğümde Hisarönü tarafına saptım. Burası acayip gelişmiş bir yer haline gelmiş. Oralar adeta bir sayfiye şehri olmuş. Hisarönü'nden çıktıktan sonra çok keyifli bir orman yolundan Kayaköy'e vardım. Sonra devam edip daha da keyifli bir yoldan Gemiler plajına geldim. Kayaköy çok da yüksek olmayan (Ölüdeniz'den yüz metre kadar alçak gibi geldi) bir platonun bir ucundaki yerleşim. Oldukça eski, tarihi bir köy var bir tepenin yamacında. Evler yanyana, alt alta ama birbirlerinin manzarasını kesmeyecek şekilde yerleştirilmiş. Kayaköy'den Gemiler'e doğru ittikçe plato insanın gözüne çok hoş geliyor. Her taraf çiçek, arada ağaçlar var ve sık olmadıkları için de dört yanda platoyu çevreleyen tepeler gözüküyor. Arada uzaklarda yıkık duvarlar falan göze çarpıyor. Gemiler'e inerken de önce platodan ormana girip sonra çok güzel bir deniz manzarası eşliğinde aşağı iniliyor.

Gemiler'de bir kamping olduğunu biliyordum ama nasıl olduğunu varınca öğrendim. Yere çadır kurmak çok zor - hem yamuk, hem de sert, taşlı. Tahta platformlar var. Çadır eğer dikdörtgen dome çadırlardansa kolay ama benimki gibi tünel çadırsa her tarafından iplerle tutturmak gerekiyor. Epey uğraştım ve sonunda fena olmadı.

Koyun karşısında tarihi bir yerleşim olan ada var. Daha önce gittiğim için oraya gitmedim. Yarın Hisarköy'e döneceğim. Burası gerçekten nefis bir yer ama kalmak için pek de uygun değil. Zaten gelenler de günübirlik gelip dönüyorlar. Elektrik sadece iki saat var; sıcak su yok; tuvaletlerin bazıları çalışmıyor; alışveriş yapacak bir yer yok ama fahiş fiyatlı iki lokanta var. Kampingde benden başka kalan olmadığı için sıkıcı biraz. Yerler çöp dolu. Bu çöp konusuna çok giriyorum gibi gelebilir ama gerçekten de pisilk içinde bir yer burası. Tek tesellim benimle ahbaplık kuran terrier. Memeleri sarkmış, herhalde bu yakınlarda doğurdu. Gündüz sürekli olarak karşı adalara turist tekneleri geliyor.

Turist tekneleri deyince aklıma geldi. Dalyan'da turistleri gruplar halinde ayarlayıp sabahın 5'inde sahile caretta seyretmeye götürüyorlarmış. Carette'lar Mart-Mayıs aylarında yumurtladıkları için turizm mevsimşnde yoklar tabi. Ama sivri arkadaşlar "Her zaman gözükmezler, şansınız varsa yakalarsınız," diye milleti kekleyip kargalar kahvaltılarını ederken kumları seyrettiyorlarmış. Tabi şimdi mevsim değil diye o heyecandan memleketimize gelmiş misafirleri mahrum etmek delikanlılığa yakışmaz. Bu olay fazla uçuk gelmedi bana ama başkalarından duyduğum bir şey sonuçta.

Buraya gelmeden önce iki gün kalırım diyordum ama yarın dönerim. Kapıdan girer girmez para muhabbeti yaptılar zaten. Sinir bozucu. Burada herkesin dilinde para. Hiç sevmedim desem yeridir.

9 Mayıs 2008 Cuma

Katrancı



Sabah erkenden kalktım yine, yediye doğru. Afyonum patlasım diye tuvalete gittim ve çay yaptım. Kahvaltıdan sonra hafif bir ağırlık çöktü ve denize daldı gözlerim; çekirdek çıtlattım. O ara aklıma geldi ve kimse uyanmadan çamaşır makinesinin esrarını çözmeye karar verdim. Sonuçta makine benim çadırıma sahiplerinden daha yakın ama kamera şakası olmasın diye görünmeden, bir ninja dikkatiyle yaklaştım alete. Akşamın gölgeleri ve makinenin keşişleri etraftayken yaklaşamamıştım. Eski bir AEG çıktı, yanılmamışım. Millet uyanmadan resmini de çektim.

Dün muhabbet koyduğum Ornella ve Roberto ile vedalaştık. Çok sevimli tipler. Meğer Roberto'nun işi ısmarlama (yeni jenerasyon jargonunda custom) araba yapmakmış. Resimlerini gösterdiler. Sahara, Meksika falan gezmişler. Adamın atölyesi müze gibi. Don Camillo için oralara gidersem mutlaka uğramamı söylediler. Kartlarını verdiler. Bu da böyle işte. Fotoğraflarını çekmedim, kötü oldu.

Güneş etrafı ısıtmaya başladığında yan taraftaki tepeye çıkmaya karar verdim. Allah'tan patika varmış. Muhteşem bir manzara. Makinemin kifayeti olayı bütünüyle zaptetmeme yetmedi. Dönüşte denize girdim komşu koyda. Burası iyi bakılan özel bir yer ama buna rağmen her yerde olduğu gibi çöp sorunu var. Dünya'nın neresi olursa olsun bu kadar güzel yerler bulmak gerçekten zor olmalı. Ama her yerde istisnasız çöp bulursun. İzmariter, şişeler, kağıt parçaları, naylon torbalar vs. Dağın başına çık, güzel bir manzara varsa bil ki çöpün içinde oturuyorsun. Vatan millet aşkı muhabbeti yapanlar bu pisliği görmez mi? Söylensen elitist olursun, söylenmesen kanıksamış olursun, çöp karnavalına katılsan maganda olursun. Sırf bu muhabbeti yapsan da banal olursun. Normal nasıl olunur önemli bir soru günümüzde zira.

Araba ile Fethiye'ye gittim - Internet için, delikanlı gibi bisikleti kampta bıraktık. Yarın Gemiler adasına gidip orada kalıp, oradan Ölüdeniz, Kelebekler falan gidebilirim. Bu akşam sormalı.

NOT: Buralara koyduğum resimler her zaman konuyla ilgili olmayabilir. Mesela çöplerin resmini çekmedim ama resimler hep bahsedilen yerde çekildi.

6 Mayıs 2008 Salı

Dalyan - Katrancı

Çok hareketli bir gün oldu. Sabah 6:30'da kalkıp 7:05'de yola düştüm. Dalyan'dan gelirken yaşadıklarım ve yaptığım soruşturma beni Sarıgerme üzerinden (yan yollar) değil de anayoldan Göcek'e oradan da Katrancı koyuna gitmeye itti. Dalyan'a gelişte tepelerde çektiğim eziyet Göcek Boğazı'nı gözümde geçilmez bir engel yaptı.

Sabah son sürat Ortaca'ya gelince kahvaltı ettim. 2 poğaça ve çay. Bir YTL istediler. Ortaca deniz kıyısında değil. Oradan Dalaman'a varmam da yarım saat sürmedi. Artık Göcek çıkışına kadar rahatım derken yokuş başladı. Şimdi bisiklete düzenli binen biri saçmaladığımı düşünecek ama göbek, sigara, içki ve ham olma hali birleşince böyle oluyor. Çık babam çık, toplamda dört kilometre kadar yokuş.

Göcek Boğazı'na girmeden yolda kontrol yapan polislerle konuştum. Tünelden geçiş bisikletlere yasakmış. Yine de şansımı denemek için tünel gişelerine gittim. Hemen karşımda filmdeki gibi bir Kötü, eli silahının on santim üzerinde, parmakları hafif hafif tikler duran bir adam bitti. Adamda terminatör güneş gözlüğü, ve üniforma vardı. Adı, özel korumaydı. Çok nazik sözcükler seçmesine rağmen aramızda bir hiyerarşi oluştu. Ben Milla Jojoviç olsam o da herhalde Umbrella kumpanyasının paralı askeri olurdu. Sıçtığımın memleketinde bir kamu arazisinde adı özel olduğu için birinin silahlanıp dayı dayı gezmesine kıl oldum. Demin konuştuğum polisler mesela normal insanlardı. "Kolay gelsin," deyip yanlarına gidersin, ama bu yeni üretilmiş genetik mutasyon, bu tür, daha "Ko-"da seni mıhlar, sonra da kovulur belki. İçime atıp hırsımı yokuşa verdim. İlk yüz metreden sonra hırsım geçti.

Göcek Boğazı 1-2 km. arasında bir mesafede tünelden. Yarım saatte çıkılıyor. Aslında o kadar da zor olmadı. Boğazın tepesinde tabelanın fotoğrafını çektim. Derler ya, "Tutmuş koparmış". Sonra yokuş aşağı saldım. Muhteşem bir his. Saatte 50 km hızla, dengesiz, tangır tungur ses veren bir aletin tepesinde üç saatte yaptığım yolu on dakikada aldım ve Göcek'e vardım.

Göcek'e vardığımda havam yerindeydi. Netekim, Ebru'ya bir kartpostal aldım, doldurdum ve Dalyan'dan yollayamadığım kartpostalla postaya verdim. Sabah yarım paket sigarayı Dalyan'da bırakmıştım. "Radikal olalım abi, bir daha içmeyelim abi," tadında. Ancak o zafer sarhoşluğu ile gidip iki paket sigara aldım. Ne olur ne olmaz bulamam diye. Çay bahçesinde simit, çikolata, çay ve sigara kürü yapıp kalan 10 km yolu gevşek gevşek gitme amacıyla bisiklete tünedim ve yola düştüm.

Bugün önemli bir ders aldım. Bisiklete binmeyene ve binse de Almanca (ve türevi) konuşan bir ülkeden olana "Yol nasıl kardeş?" diye sormayacan. Genelde dağ aşmıyorsan (Zigana filan gibi) dümdüz diyorlar. Yani bir yol düzdür, ta ki sollama yasakları ile üzer,nde rakım yazan bir tabela görene kadar. Arası yok. Araba eziyet çekecek yani. Göcek'ten sonra Fethiye yolu da Göcek Boğazı gibi geldi bana. Çık babam çık.

Bugün ikinci bir ders aldım. Dağa çıkmak için çantayı sırtına attıktan sonra "Nasıl olsa yavaş da olsa varana kadar yürürüm," dersin. Bisiklette böyle bir şey yok. Bacaklar bitince sıfır oluyorsun. Yokuşlarda her on metreyi saydım. Yokuş aşağı inerken güzel ama harbiden. Gümüşlü ya da Gümüşlük yazan, yanında da kocaman, devasa bir kamp ve piknik yeri tabelası olan bir sapaktan içeri girdim. Kısa bir süre sonra da denize ulaştım. Çok güzel bir introsu olan ama yaklaştıkça çirkinleşen bir yer. Kenarda kapıları açık bir TOFAŞ'tan arabesk yayını, yolun bitiminde, deniz yönünde bir beton basket sahası. Nasıl yani? Tam resim çekeceğim, sahil güzel, kadrajdan o beton sahayı çıkaramıyorum. İnsan şunu biraz uzağa, ormanın içine bir yere yapar. Deniz kıyısında potanın işi ne? Plaj basketi gibi bir varyasyon denemiş olsalar soylu çaba dersin. Orada bir yere çadırı nereye kuracağımı sorunca muhterem bana orada çadır kurmanın, kamp yapmanın artık yasak olduğunu söyledi.


Üçüncü bir ders aldım. Tabelalara inanmayacaksın. Biri çıkıp kamping - hatta, camping - olmasına rağmen bu değişikliği ibraz etmeden - bana mesela - tabelayı geçersiz ilan ediyor. Ne dersin ki? Kutsal bir "yasak" kelimesi ile karşı karşıyasın. Kazanman imkansız. Neyse, arkadaş bana bir sonraki koya gitmemi söyledi. Orada kamp yeri varmış. Dayanamadım sordum: "Yol nasıl? Ne kadar uzakta?" Cevap pek de hoşuma gitmedi: "Yola çık, rampadan sonra tabeladan sap, çok yakın." Eyvallah, yakın ama bacaklar bitik. Öğlen güneşi beynime yine tecavüz ediyor ve yine rampa. Orta Asya'dan kopup gelen, düzlüklerin o ufuklu güzelliğinden engebe bahçesi bu memleketi seçen çok sayın atalarımıza söve söve, bir taraftan da ne menem bir yere gittiğimi bilmeden vardım Katrancı koyuna.

Burası çok güzel çıktı. Bir tane Ercan Abi var burada - Laz -, sağolsun çok yardımcı oldu. Seleden yere inince anladım ki helak olmuşum. Karnım aç, pislik ve ter içindeyim. Duş aldıktan sonra alışveriş yapacak yer olmadığı için yolun üzerindeki markete gitmeye karar verdim. Tekrar yola 2 km.lik yokuş. Tam vazgeçecekken çöp traktörü beni götürebileceğini söyledi. Traktörcünün sol üst yanına çönüp yolu keserek çıktık yukarı. Yolun oradaki market biraz uzakmış. Allah'tan Ercan Abi beni aldı. Dönünce yemek olayına gireyim dedim ama yemek yapacak mecal yoktu. Atıştırdım: keş, ekmek, bira. Şu keş hayat kurtarıcı, iyi ki yanıma almışım. Hem bozulmyor, hem de sıcakta kuruyup kendine geliyor, yer kaplamıyor ve tam bir bira mezesi.

Kendime geldim derken İsviçreli bir çift geldi moto-karavanla. Karavan şahane bir aletti, jip gibi ama karavan, her yere girer. Park yeri konusunda birbirlerini anlamadan Ercan Abi ile mütalaa ederlerken olaya müdahil olma gereği hissederek gruba rampaladım. Adamın da kadının da İngilizce çat pat. Ana dillerinin İtalyanca olduğunu öğrenince damardan muhabbet koydum: Don Camillo. Guareschi abimi biliyorlar ve hatta hikayenin geçtiği köye bile gitmişler (Brescello). Orada bir Don Camillo müzesi varmış. Gitmek lazım. Asıl koptuğum nokta ise kadının annesinin Guareschi ile hemşeri olması ve kadının küçükken onun çocuklarıyla oynamış olmasıydı. Küçük bir dünya. Guareschi abimiz Mussolini zamanında ne olur ne olmaz diyerek sınırın İsviçre tarafında kendine bir ev almış.

Adam hemen iki tane kocaman İtalya haritası çıkardı ve Po Ovası üzerine konuya girdik. Oradan Birinci Dünya Savaşı'nda İsviçre'ye bulaşmadan Almanların nasıl asker sevk ettiklerine daldık. Doğuda trenyolu aradık ama yoktu. Yürüdü mü bunlar yani? Kontrol etmek lazım. Daldan dala bayağı bir muhabbet oldu.

Güzel bir gündü derken Tahtakale'deki oyuncakçıdan aldığım led ışıldak bozuldu. Çadırımın avizesiydi. Ulan şu Çinliler ne zaman doğru dürüst bir şey yapmayı öğrenecek?

Bu millet hayvan kardeşim. Kampinge gelmişler. Bir sürü insan var burada. Adamlar önce zebellah gibi bir çamaşır makinesi çıkardılar minibüsten. Hani 220 Volt ile çalışan, beyaz eşyacılardan 47 taksit ile alınan, dakikada en az 800 defa dönebilen aletlerden. Bu makineyi kamping içindeki hayrata bağladılar. Sonra hava kararırken jenaratör çalıştırdılar. Ulan başkasına saygın yok da sen ne bok yemeye tatile çıkıyorsun kardeşim? Kafa bu, kafa. Otur Ankara mı, İstanbul mu evinde, inan daha iyi dinlenirsin sessizlik içinde. O jenaratör titreşimleri onları daha fena hırpalamıyorsa ne olayım. İzmit pişmaniyecileri gibi her yeri de ışıl ışıl yaptılar. Hani empati felan kurayım diyorum ama başka uzayın insanları bunlar; Klingon bunlar.

Takıldım ben bu çamaşır makinesine. Gerçekten onların mı? Çayırın ortasında inek gibi duruyor. Ben yanılıyor olabilir miyim? Kampingin bir demirbaşı mı bu? Ama niye buraya getirdiler durup dururken? Nasıl çalışıyor olabilir? Sıkma, durulama, ön yıkama falan gibi teferruatları yok mu, bir sağa bir sola çalışanlardan mı? Hadi giren su tamam da çıkan su nereye gidecek? Köpüklü Omo'lu suda yüzer uyanır mıyım sabah? Yarın öğrenmeliyim, belki de bunu buraya koyup milleti kameraya çekiyorlardır.

Saat 21:45. Çamaşır makinesinden uğultu gelmeye başladı. Neredeyse jenaratörü ve sesi açık olan televizyonu bastıracak. Sıkıyor besbelli. Bu bir rüya mı, kabus mu?

3 Mayıs 2008 Cumartesi

Kaunos






Bugün Kaunos'a gittim. Sabah erkenden uyanıp, eşyalarımı toparlayıp, kahvaltı olarak birşeyler geveledikten sonra Kaunos'a. Şu yıkıntılar arasında Kaunos'u oldum olası çok sevmişimdir. Manzarasından mı, yoksa ferah bir yer olduğu için mi bilmem. Neyse, bir kayıkçı beni ve bisikletimi karşıya geçirdi. Aslında bisikletimi almasam da olurdu, Kaunos 2 kilometre uzaklıkta ama belki oradan denize giderim diye yanıma aldım.

Kaunos'a erkenden vardığım. Ortalıkta kimseler yoktu. Uzun uzun fotoğraf çektikten sonra gidip favori tiyatromun tepesindeki zeytin ağacının gölgesine kuruldum ve elimde sigara ateş otlanabileceğim birilerinin gelmesini beklemeye başladım. Şimdi oraya kadar gidip de o manzarada sigara içmeden olmaz. Bir saat içinde üç turist grubu geldi. Türk rehberler de dahil olmak üzere yanında ateş olan bir Allah'ın kulu yoktu. Ben tiyatroda yukarıdan "Anybody have a light?" diye yellendikçe hep bir sivri çıkıp bana "No, we don't smoke" dedi. Nereye gelmişim ben. Hadi sigara sağlığa zararlı falan ama bir kul da mı çıkmaz o kadar güruh içinde.


Bir saatin sonunda gitmeden birkaç İngiliz'le muhabbet kurdum. Arkadaşlar tutmuş Dalyan'da ev almışlar ama Dalyan ne menem bir yer bilmezler. Bu sene ilk kez geliyorlarmış. Bir iki geyikten sonra onlara Kekova'ya da gitmelerini tavsiye ettim. Madem gelmişiniz ta oralardan, bari güzel biryerler görün baabında.




Velhasıl, hava sıcakladığı için denize gitmekten vazgeçtim. Şimdi kim pedal basacak bir saat öğlen güneşinde.. Pedal basma muhabbeti deyince aklıma birden yorgunluk ve yemek geldi. Aşağıya indim ve bir gözleme yedim. Bisikleti tekrar sandala yükleyip Dalyan'a döndüm. Zor oluyor tabi bisikleti sandala bindirmek. Bagaj vidası düştü. Yedek de yok, inşallah yarın sorun çıkmaz.




Dalyan


3 Mayıs 2008, Cumartesi.

İki gün Dalyan'da kalayım dedim. Yarın Kaunos'a gidip fotoğraf çekmeyi planlıyorum. Bugün öylece geçiyor. Sabah erkenden uyandım. Çadırdan çıkınca Holandalı amcamı toplanırken buldum. Dün muhabbet koymamıştım, bari herif gitmeden bir iki laf edeyim diyerek yayına gittim. Arkadaş bisiklet turundaymış. 65 yaşında ve bugünkü hedefi Fetiye. Batı bölgelerinin haritasını çıkardı, bir de baktım ki Çanakkale civarından başlamış tura. Hemen en önemli konuyu gündeme getirdim: "Üstadım, senin yük kaç kilo çekiyor?" - tabi İngilizce olarak. Bisikleti 13 ve yük de 15 kg geliyormuş. Toplam 30 kilo civarında. "Benim," dedim, "sadece çantalar o kadar geliyor." Adamın kalktı hilal kaşları, "kim bu serseri," dercesine bana baktı. Güldü tabi, "Sen gençsin," dedi. Herif 65 ama Anglo Sakson olduğu için bu laf fazla bir şey ifade etmiyor. Sinirim bozuldu. Adamın fazla yükü olmadığı belliydi ama bana tur bindireceğini de düşünmemiştim. Neyse, hamallık yapmamak lazım, küçük bir kıssadan dev gibi bir hisse çıkarmak gerek netekim.

Adamı yolcu eder etmez minibüse binip Ortaca'ya gittim; amacım küçük bir ocak almak. Oradaki tüm tüpçüleri dolaştım ama sanki küçük ocakları biri tümden toplamış, yerine o kocaman ocakları koymuş. Tüpçülerden öğrendğim bir rivayete göre ordu toplamış ocakları, Irak harekatı için. Ordunun her yanda ajanı var ve ocak toplamakla görevlendirilmişler. Neyse, sonuçta ocak bulamayıp döndüm. Siz siz olun Ortaca'da kahvaltı etmeyin. Sadece pastane ve çorbacı var. İki poğaça yedim, içinde peynir yoktu. Kahve olarak da 3 in 1 Nescafe verdiler.

Dalyan'a geri döndüm. Sonunda bir iki ince hesap yapıp o büyük ocağı taşıyabileceğime karar verdim. Önce yükümü hafifletmek amacı ile fazlalıkları postaneden İstanbul'a geri yolladım. Bir iki gün içinde bir paket daha yollayabilirim. Hedefim 25 kg yük. Yollarken MSR sorun oldu. Terör olayları yüzünden paketlerde sorun çıkabiliyormuş. MSR şişesi boş ama yine de benzin kokmakta. Bir üst merciden, postane müdüründen fikir almak gerektiğini öne sürdü oradaki görevli. Müdür de paket içeriğini inceledikten sonra kokan şişenin kokmaması için torbaya konması şartı ile paketin yollanabileceğini söyledi. Burada sorun aslında terör değil galiba. Şişe boş, eğer paketi açarlarsa görecekler boş olduğunu ama paketi açmak da yasakmış. O zaman paket servisi sansür görevlileri paketleri açamadıkları halde uzaktan racon keserek paketin ne kadar tehlike arzettiğini belirliyorlar. Sanal bir oyun gibi, biri diyor 5 birim tehlike, diğeri, 7, mesela, ve not veriyorlar galiba 6 birim tehlikeli diye. Eğer, mesela, 5'in üzerindeyse tehlike oranı, paketi ne yapıyorlar? Bana söylenen paketin geri gönderildiği. Ben de "Bana uyar," dedim, geri giderse eve gidecek. Ama buradaki postaneye geri geliyormuş galiba. Yani o tehlikeli madde tehlike ayyuka çıkana kadar galiba kahraman PTT'nin kontrolünde dolaştırılıyor ki halka zarar veremeden uzmanlar tarafından bertaraf edilebilsin - tabi paket açılmadan. Oradaki görevlinin derdi de bir sürü yazışma olur diyor bunun için, savunma isterler. Dedim "Savunulacak bir şey yok ki, sonuçta ortada tehlike yok!" Ama anlaşılan tehlikenin var olup olmaması değil, kesilen tehlike raconunun şiddeti belirleyici olan. Enteresan bir olay. PTT'yi özelleştireceksin, bak böyle şeyler kalıyor mu? Mesela Amerika'da paket eğer tehlikeli olarak görülüyorsa mutlaka hemen özel imha ekipleri gelip patlatıyorlardır. Bir paket patlatma ihalesine bakar memleketin müreffeh geleceği.

Köyceğiz - Dalyan


Sabah erkenden kalkıp malzemeyi topladım. Fazla iştahım olmadığı için yiyeceğimi varsaydığım ama yiyemediğim şeyleri de yüklenerek yola koyuldum: 7:55. Köyceğiz'den çıkış çok rahattı. Onbeş kilometre kadar gittikten sonra tepeler başladı. Çok da yüksek değil bu tepeler ama beni tepelediler. Yüküm gerçekten de çok fazla. Yiyecek, su ve sırt çantası olmadan otuz kilo vardı. Tabi kendime eziyet olsun diye yarı dolu bir sırt çantası da taşıyorum sırtımda. İlk onbeş kilometreden sonra hızım 4-5 kilometre/saate düştü. Beş kez durdum. Ben, "Topu topu yirmi kilometre giderim ilk gün için ısınma our," diye düşünürken Dalyan'a toplam otuzbeş kilometre sonunda varabildim. Bu yolun iki kilometresi yanlış girdiğim yollar. Onun dışında kayıkçıların milleti beklediği, Dalyan'ın sağ çaprazındaki kayalığın arkasından nehri geçerek Dalyan'a geldim.

Önce Dalyan'da bir şeyler atıştırdım, Ebru'ya bir kart yazdım ve Dalyan Kamping'e gelerek çadırımı kurdum. Hemen bir gaz duş alıp Dalyan'a gezmeye gittim ama onbeş dakikada sıkıldım ve geri geldim. Kamping nehrin tam kenarında, kaya mezarlarını tam karşıdan görüyor. Çok güzel bir yer: küçük ve boş. Benden sonra bisiklet turu yapan bir Hollandalı ve bir minibüsü karavan olarak kullanan bir çift geldi.



Keyfim geldi ya, dedim bir kahve yapayım, rüzgar yorgun bedenimi okşarken ben de gazetemi ve Bir Mayıs olaylarını okurum. Kim kimi dövdü belli ama acaba gollü bir maç oldu mu? Getirdiğim MSR bozuldu. Pis benzin yüzünden galiba. Üç kez uğraşmama rağmen bir daha çalıştıramadım. Bu yola baş koyduğum için midir nedir, bisiklete atlayıp kartuşlu ocak aramaya çıktım Dalyan'a. Her yerde Nurgaz ocak kartuşu bulmak mümkün olduğu halde sadece büyük ocaklar vardı. Kamp için kullanılan 190 gr. kartuşlar yerine 500 gr.lık kartuş kullanan ocaklardan. Ben bu ocağı taşımakla uğraşmayayım diye pas geçerek geri döndüm.

Göz kapaklarımı dinlendirmeye çalışırken uyuyakalmışım. İki saat sonra uyandığımda hava kararmaya başlamıştı. Kalktım Ali'nin yeri diye yemeklerinin iyi olduğunu bildiğim bir yere gittim, Dalyan'ın tam merkezinde. Klasik öri soslu tavuk, salata ve biradan sonra tekrar uyku bastırırken geri döndüm. Bilgisayarımdan bir filmin yarısını seyredip uyudum.

Gidilen toplam yol: 39 km.
Adrenalin: yokuş aşağı 50 km/saat

Başlangıç - Köyceğiz


30 Nisan akşamı Kamil Koç'un Fethiye otobüsüne bindim. Köyceğiz'de indiğimde saat daha 7 olmamıştı. Bisiklet tepesinde dolaşma kararını biraz da gözümü karartıp verdiğim için Köyceğiz'de bisiklet ve çantalarını sekiz parça olarak elimde bulunca yarım saatten fazla bisikleti toplamak için uğraştım. Bisikletten fazla anlamam, sonum hayır mı olacak bilemem.

Bu arada Köyceğiz terminalinin bir tostunu yemeli fantazisi fena halde elimde patladı. Siparişi verdikten beş dakika sonra adamın yanına gittiğimde benim saka yaptığımı zannetmiş ve tostu yapmamış. Ciddi olduğumu tebarüz ettikten sonra domatessiz bir tost yapmaya ikna oldu arkadaş. Amcam domates lafını duyunca bit tabii doldurmuş domatesi. Bir ısırık aldım. Hatta, "Ulan tabuları yıkmalı," diyerek, domatesin ucundan da gelecek şekilde ikinci ısırığı aldım. Ne var ki bünyem domatesi kaldırmadı ve tost da ortalıkta besleyecek köpek olmadığı için çöpe gitti.

Velhasıl sonuçta bisiklete binerek göl kıyısına doğru yola çıktım. Bisiklet çok ağır. Bir de tabi kötü yerleştirdiğim için aksak bir perküsyon ritmiyle pedal çeviriyorum. Daha sonra müziği durdurma çabalarım sadece ritmin değişmesine neden oldu. Kap kacak setimin içindeki tutacak, çatal falan her engebede solo çekiyor. Sonuçta bir kilometre sonra göl kıyısına ulaştım. Şahane bir manzara var. Ben daha önce de buraya gelmiştim ama gölü bu kadar durgun görmemiştim. O güzel manzaranın altında güzel bir kahvaltı eder etmez bıraktığım sigarayı tekrar bulmak üzere bir büfeye koştum. Sigarama kavuşur kavuşmaz ilkel benliğim mantar yemişcesine husu içinde tüm fiziksel varlığımı bastırarak o sessizliğe teslim oldu.

Kendime geldiğimde garson arkadaş ile muhabbet yapmakta olduğumu farkettim. Bir hayli aksanlı olan arkadaş arada "Şayze," yerine "Şit," deyince kraliçe ile bağlantılı bir coğrafyada bu aksanı kaptığı belli oldu. Ona göre imkanı olan Avusturalya'da yaşamalıymış. Dünya'nın en güzel yeri olduğunu iddia ediyordu. her ne kadar fazla gezmediğini düşünsem de besbelli bir ikinci vatan hasreti ile yanıp tutuşmakta.

99 Depremi sonucunda kendisine bir sallantı fobisi musallat olan sevgili berberim Emin Abi Köyceğiz'e yerleşmişti. Hatta bir rivayete göre Köyceğiz'de aslında ne kadar teknoloji aşığı olduğunun farkına varıp berberliği bırakarak bir Internet cafe açmış. Ben de aksanlı garsonuma "Emin Abi adında bir Internet cafeci var mı?" diye sorunca, arkadaş hemen oralarda takılmakta olan konuya hakim bir kopil bularak bana takdim etti. Kopil diyorum tanımadığım çoçuğa ama sanki beat olsa da break yapsam diyen bir tipti, o yüzden öyle diyorum, niyetim kötü değil. O çocuk Emin Abi'yi tanımıyormuş. Sonuçta bir iki yere bakıp ben de Emin Abi'yi aramaktan vazgeçtim.

Gölün kıyısında çarşıya bir km kadar uzakta, belediyenin işlettiği bir kampinge rotayı kırdım. İçeride binbir türlü kanatlı mahlukat vardı. Önce bir baba hindi beni kontrole geldi. Kıllanarak kovalamaya başladı. Köpekten korkmam ama hindiden korktum Allah için ve kaçtım. İşim kötüsü çadırı kurduğum yerin yanına gelip takılmaya başladı. Toplamda üç kez falan kovaladı beni. Bir süre sonra da dışarı çıkarken yanından geçtiğim kazlar kıllandı. Kazların saldırgan oldukları söylenir hep. Yaklaştıkça bağırıyorlar, uzaklaştıkça sessizleşiyorlar. Bilgisayar oyunu gibiler. Ne tür bir paradigmadır o gagaların ardındaki merak içinde kaldım. Bir de tabi yeşil başlı gövel ördekler vardı. Fasülyeden takılıyorlardı.

Öğleden sonra biraz gezdim ve göldeki dalgalara baktım mel mel. Ertesi gün Dalyan'a gideceğim için rota belirledim. Ya normal araba yolundan, gölün solundan ineceğim (29 km.), ya da gölün sağından - yine bir araba yolu - mezarların ve Kaunos'un oralardan Dalyan'ın karşı kıyısına gidip kayıkla Dalyan'a geçeceğim. Ben tabi az gidilmiş yolu tercih ettim. Bok vardı.

Gidilen toplam yol: 13 km.
Adrenalin: yok