5 Ağustos 2009 Çarşamba

The End.....

Bu resimlerle birlikte bu maceranın da sonuna geldim.
Garip bir dünyada garip fanusların içinde yaşıyoruz gibi geliyor. Gözlerinizin önüne 1. Dünya Savaşı'nı getirin. Köyden çıkıp 3 ay yürüyerek cepheye gelen genç daha 16 yaşında. Eline silah veriyorlar ve daha ilk yemeğini yemeden ölüyor. Hayatında istediği, hayal ettiği hiç bir şeyi belki de yapamamış. Böyle bir sürü insan yaşamış, yaşıyor, ölüyor vs.. Filmin kopması kimsenin kontrolünde değil. Beş dakika sonra olmayabiliriz de.

Diyeceğim şudur ki bütün yaşadıklarımız olmayabilirdi de, hatta, bitmek üzere bile olabilir. Ne demekse bütün bunlar.? Tamam, tamam, çok klasik oldu. Portakal orda kal..















4 Ağustos 2009 Salı

Son günler



Sonunda Helsinki'ye vardığımda önce kalacak bir yer bulayım diyerek haritadan gözüme kestirdiğim kampinge doğru yola çıktım. 5 kez falan kayboldum. Daha doğrusu, yerimi şaşırdım çünkü kullandığım haritaların ölçekleri hep farklıydı. İnsan hemen alışamıyor. Biliyor kaç km gideceğini ama 20 km bile uzun geldi biraz. Sabırsızlıktan tabi. Sonunda vardım, çadırı kurdum.

Fazla egzantrik bir yer değil. En önemli avantajı, tam önünde metro durağı olması. Helsinki merkez 20 dakika uzakta. Bilsem, metroyla giderdim oraya.

Son 4 günü detaylı yaymaya hacet yok. Bir günümü Savolinna kalesinde geçirdim. 1800'lerde yapılmış, Helsinki deniz yolunu tutan bir askeri üs. Burada Ruslarla savaşmışlar. Adamlar için önemli bir yer. Klasik, denize bakan yığınaklar, toplar falan var. Çok güzel bir yer aslında. Millet gelip piknik yapıyor, geziyor.

Bir gün de Johanna ile şehrin hemen dışındaki bir açıkhava müzesine gittik. Müzeden çok bir park demek lazım. Eski bir yerleşim. Binalar koruma altında ama çevre olduğu gibi park. Binalara girmek için bilet almak gerekiyordu. Johanna pek yanaşmayınca gezdik sadece. Eski evler bizim eski köy evleri tadında. Alt kat ahır, üstte köylüler oturuyor.

Bir akşam da yemeğe gittik. Otantik bir Fin yemeği yedim. Pahalı bir yerdi ve yemek de pek bir şeye benzemiyordu: ızgara somon, haşlanmış patates ve mantarlı bir sos. Allah için, sos ve içindeki mantarlar iyiydi.

Bunun dışında bir şey yok. Fotoğraf çektim, kitap okudum vs. İstabul'a iner inmez de yüzüme cehennem sıcağı vurdu diyebilirim..









18-21.07.2009

Sabah erkenden kalktım. İstikamet Trömsö. Bunun nedeni de hava durumu. Bugün bulutlu, sonraki iki gün az parçalı gözükmekte. Yağmur veriyor olsaydı Güneye dönüp, Savolinna'ya gidecektim.

Norveç sınırı 2-3 km. uzaktaydı kaldığım yere. Doğru dürüst sınır yok tabi, biri Finlilerin, biri de Norveçlilerin, yanyana iki tane karakol, içeride takılan tipler. Bir tane de tabela yolda. Finlandiya'dan çıkar çıkmaz tüm coğrafya değişmeye başladı. Koca koca vadilerin içinden, karlı dağların arasından gidiyorsun. Artık dümdüz yollar, sık ormanlar yok. Baktığın yerlerde perspektif, derinlik var. Yukarıda karlı dağlar, çoğunun içinden su fışkırıyor. Şelale gibi kayaların üzerinden akıyor, çay bozuntusu dereler halinde vadiye gelip, Norveç kıyılarına doğru gidiyor.



Deniz kıyısındaki Skibotn'a gidene kadar 50 km yol yaptım. Hava soğuk ve yağışlı. Soğuk aslında rüzgar yüzünden. Yol neredeyse hep yokuş aşağı olduğu için çok rahattı.

Daha önce İsveç, Norveç ve Finlandiya'yı birbirinin aynı, tek bir coğrafyada milliyetçilik oynayan tiplerin sınırları olarak görmüşümdür. Ancak Norveç gerçekten çok farklı. Bir kere deniz memleketi. Batı'da Okyanus, Doğu'da da İskandinav Dağları var. Güneyde genişliyor ama kuzey ince sayılır. Her taraf fiyord. İnsanlar desem, onlar da farklı geldi. Norveç'te "Zort?" diye soruyorsun, "Zırt Kron" diye cevap geliyor. Kampingdeki duş dumura uğrattı beni. 10 Kron atıyorsun bir deliğe ve su akmaya başlıyor. 4 dakikan var ama saatin yoksa dikkat etmen lazım çünkü dört dakikanın sonunda su kesiliveriyor. Tabi hesaplamayı tam anlayamadım. Dört dakika musluğun akma süresi mi, yoksa musluğu kapatınca kronometre de duruyor mu bilmiyorum. Olabilir. Bu bana hasta ruhlu bir şey gibi geldi. O kadar bol su var ki burada, bu tür bir alet nasıl bir ekonomik mantıkla konur anlamadım. Eğer duş daha hızlı alınsın istiyorlarsa neden daha makul bir 6-7 dakika değil mesela? Yanında bozuk yoksa ve sabunlu kaldıysan yangın alarmını mı çalıştırıyorsun? Bu da ayrı bir soru. "İkinci kez sabunlanmalı mıyım? Küstahlaşayım mı?" sorusunu cevaplamaya çalışırken su kesildi birden. Şanslıydım netekim.




Herkes paragöz olabilir, sorun değil ama Norveç'te böyle su satmak neden? Bu, Altınoluk Belediyesi'nin köy girişine temiz su havzası gişeleri koyması gibi bir şey. Oraya giderlerse bence feyz alıp yaparlar da. Tamam, duşa para da atarsın ama o dört dakikalık kum saatini araştırma, geliştirme ve uygulama nasıl bir düşünce şablonunun çocuğu anlamak zor. Bush'tan bile daha neoliberal geldiler bana. Bu sadece tek örnek tabi. "Wireless Internet?" diyorsun, "10 Kron for half hour," diyor. Yarım saatlik incrementler daha adil geliyor olsa gerek arkadaşlara. Mantık yürütelim, adalet Norveç'te herşeyin temeli. En azından para verince hak kazanabiliyorsun ve böylece özgür oluyorsun.

Sonuçta topu topu üç gün kaldım orada. Belki gözlemlerimi istisnalar belirledi, bilemem. Bir iplik buldum ucundan çekip duruyorum yani. Ama bildiğim bir şey varsa, kaliteli köy takımları var. Bunu zaten dünya alem biliyor. Nasıl Los Angeles ya da Detroit için basketbolun başkenti diyebilirsek, Trömsö için de fitbolun merkezi diyebiliriz. Kılıbımı basarım, buradaki takımlar Avrupa'da çok büyük sürprizler yapıp, en büyük kulüplerin bile korkulu rüyası olmaya devam edeceklerdir.

Bir İspanyol'la tanıştım bisiklet turu yapan. 4-5 bin kilometre yol yapmış. Ben ona "Finlandiya çok tekdüzeydi, sıkıcıydı," diyorum; o da bana, "Valla haklısın kardeş, buralar çok sıkıcı, Norveç'te de solun deniz, sağın dağ, arada köprü, aynı yolu gidip duruyorsun," diye cevap veriyor. Akdeniz havzası insanını kesmiyor galiba buralar.

Ertesi gün baktım yol güzel, bastım 120 km ve heyecanla vardım Trömsö'ye. Kalbim pıt pıt atıyordu. Ne bekliyordu orada beni? Takımın beyni olan itfayeci ile panter dişci acaba elimi sıkacaklar mıydı? Burası küçük bir şehir diyebiliriz. Ama zaten buralarda şehirler küçük şehir, kasabalar da küçük kasaba hep. Norveç nufüs olarak Finlandiya'nın hemen hemen yarısı: 3 milyon. Yani, dağın bu tarafında, az buçuk alıştığımdan da küçük yerleşimler. Birkeç müze, katedral, kilise falan var futbolun dışında burada. Bütün şehir sabahtan akşama kadar top sektiriyor burada. Yaşlı başlı teyzeler paslaşıp torunlarına taktik veriyor, atalarından kalma, belki de unutulmaya yüz tutmuş teknikleri gizlice öğretiyorlar. Garsonlar bile bir taraftan tepsi taşırken, diğer taraftan da kafa oynuyorlar. Bizim Kelle İbrahim halt etmiş Trömsö'lü üstadların yanında. Çin'de yetişen 1,5 milyar kungfucu gibi burada da adete mobilize olmuş bir kitle, fitbolcu yetiştiriyor. Çok çalışkan ve gözü kara bir millet. Hayal alemin gibi geçti oradaki iki günüm.

Katedral deyince, Şimdi arkadaşlarda eski bina olmadığından mıdır, nedir, neo-Hıristiyan tapınaklar yapmışlar. Bunlar Ortodoks olmayan, diğer Kuzeyli imanlılar olarak özetlenebilir. Dikdörtgen tarafı yerde olan kocaman bir üçgen prizma koymuşlar tepeye, gidip fotoğraf çekiyorsun. Maksat otantiklik olsun. Bunu Roma'da ya da Venedik'te dikmeye kalksan seni tımarhaneye koyarlar. Neyse, bunu geçtim. Kimlik olayıdır, özelliktir, kozmopolit olalım, sevelim, kucaklayalım. Ancak, bir de turnike koymuşlar kapıya.

- Şey, ibadete gelmiştim.
- Zurt Kron.
- Öğrenci?
- Zart Kron.

Öğrenciler, bilimle uğraşanlar, Kartezyen aydınlanmadan nasibini alanlar tabi daha harbi Protestan sayılabilecekleri için indirim var. Bu benim yorumum, başka bir nedeni de olabilir. Ben Cuma için turnike koyarlarsa ne olur kestiremiyorum. Düşünsenize, Cuma 3, Sabah 1, Cenaze 5 Lira. 4 vakit gelene özel 5. vakit indirimi. Paran yoksa çalış, ibadet etmeye hak kazan gibi bir de medya kampanyası yaparsın, şaaak, 5 seneye adam başı 40000 Yuro milli gelir. Avrupalı olacaksak, incelemeli, öğrenmeliyiz. Küçük, kör solucanlar gibi toprağın altında yaşamamalıyız. Sonuçta kıl oldum refleksif olarak, sonra bu korkuya dönüştü kilisyi mundar edersem diye ve girmedim kiliselerine.

Neyse, geldiğimin ertesi günü şehri gezdim. Bir kutup müzesi de burada vardı. İçeriği Rovaniemi'deki Arktikum'dan farklı gözükmediği için girmedim.

Sokakta dolaşan gazeteci kız beni enteresan bulmuş olacak ki günün turisti seçti. Fotoğrafımı çekip röpörtaj yaptı. Ertesi günü gazeteyi aldım ama bir bok anlamadım. Ama GS'dan daha önemli bir fenomen olduğum kesin Trönmsö için.


Hava epey soğuktu tabi. Kıçım dondu ve akabinde çok affedersiniz gaz yaptı biraz. 20 saat havayı kirlettim. Ertesi sabah uyandığımda kurtulmuştum illetten. Gerçekten de havanın boktan olması ve sonraki üç günlük tahminin insan için daha da rahatsız edici meteorolojik oluşumlara işaret etmesi nedeni ile üçüncü günün sabahı dörtte uyanıp 7:30 otobüsü ile Trömsö'den kaçtım. Kuzey Buz Denizi'ni gördüm mü? Evet. Şu anda daha isabetli pas-şut atabiliyor muyum. Kesinlikle, aydınlandım. Olay bu yani.

Tabi, dağlar güzeldi burada. Biraz cüceler ama alçaktan başladıkları için heybetli gözüküyorlar. Otobüs kalkmadan gazetemi aldım, kendimi okurum diye. Trömsö-Oulu-Helsinki 25 saat, yola çıktım.

17.07.2009, Cuma

Dün çok yorulmuşum. Bugün bezginlik yaptım. Uzun bir kahvaltı ve biraz kitap okuduktan sonra mutfağa iki tip geldi. Ana - oğul trekking yapıyorlar. Önce tanıdık geldiler. Hatta kadın doğrudan benimle konuşmaya başladı. Hatırladım ki iki gün önce dağda iki dakika konuşmuştuk. O gün onlarla epey bir muhabbet ettik. Çok neşeli tipler. Kadın yazar ve ressammış, çocuk da galiba Juijitsu (??) hocası, belki başka bir işi de olabilir.

Akşam da kota'da takıldık. Kota, aslında dört duvar ortasında bir mangal olarak anlatılabilir. Çatıda koca bir delik var baca niyetine. Burada her yerde var. Yazın o kadar önemli değil ama kışın gerekir dört duvar. Bazıları yarı açık oluyor (güneydekiler daha çok öyleydi), burada bir kaç tane gördüm, hepsi tam kapalıydı. Orada bir kaç tiple muhabbet ettik. Gözlerim yaşardı, aralarında bile İngilizce konuştular ayıp olmasın diye.

17 Temmuz 2009 Cuma

16.07.2009, Perşembe

Sabah kalktım ve her tarafım ağrıyor ama o kadar da kötü değil diye düşündüm. Zirve yapıp yapmamayı düşünüyorum. Ortalıkta fantastik bir şey gözükmüyor. Sadece taş var bol bol. Gerçekten enteresan taşlar var - büyük basınç altında sıkışmış katman katman rengarenk taşlar. Ne manzara var ne de ciddi bir yükselti. Yükselince bile etrafınla birlikte yükseliyorsun, bir dağa tırmanmak gibi değil.

Dün o küçük çanta ve o ince ayakkabılarla 600 metre falan çıkmışım. Ayaklarım su toplamamış olsaydı basıp çıkardım kalan yolu ama eziyet olur gibi geliyor. Zaten 3 güne daha mal olacak o şekilde.

Burada en etkileyici şeylerden biri mesafeler oldu. Bir göl görüyorsun önünde, bir türlü varamıyorsun. Hava acayip temiz ve duru. Bu yüzden olmalı. Herşey çok yakın gözüküyor.

Demin buraları gezen üç kampçı ile konuştum. "Bir daha buraya gelmeyiz. Bu ne ya!!" diye söyleniyorlardı. Çok sıkıcıymış. Sorun bende değil yani. Gözünü seveyim memleketimin coğrafyasının. Bizim standartlar çok, çok yüksek buradakilere göre. Burası şaka gibi.

Sonuçta dönmeye karar verdim. Bu sefer ayaklar kötü diye tüm yolu işaretli kısımdan gideceğim. Çok da fark yok gerçi. Bu şekilde 4-5 km daha uzuyor yol ama ne yapalım.

Yolda sürekli serpiştirdi, bir kaç kez sağanak yağdı. Dizimde ağrı var ve yağmurdan sonra taşlardan yürümek yordu. Zor bela indim. Kampinge kadar otostop çekerim demiştim. Kimse almadı. Ağlaya sızlaya son beş kilometreyi de yürüdüm. Kampinge, bisikletin oraya vardığımda berbat bir haldeydim. Hayatımın en güzel duşlarından birini aldım sonuçta. Serdar Bey, Serdar Bey... Yaşlanıyoruz. 12 -13 saat yürümek ağlatıyorsa artık yolları eskitme sırası sonraki nesillere artık gelmiş...

15.07.2009, Çarşamba

Dün buraya hiking yapmaya gelen bir adamla epey bir konuştuk. Bayağı bir kanıma girdi. Çok güzelmiş rota. Bu kadar insan böyle gelip geziyorsa vardır bir hikmeti deyip küçük sırt çantamı (25-30 litre) 5 günlük bir gezi için hazır ettim. Epey zor oldu ama bir şekil sığdı herşey.

Sabah bir harita aldım 50000'lik. Güzel bir şey. 50 km kadar gidiş zirveye. Patika işaretliymiş. Kaybolmana imkan yok zaten harita ile. Ama çanta epey rahatsız; zaten o kadar eşya nasıl sığdı anlamış değilim (kıyafet, 5 günlük yiyecek, ocak, çadır tulum, vs. vs.). Bisikleti alışveriş yaptığım yerde bırakacak bir yer bulamayınca geri döndüm kampinge, yolu uzatmış oluyorum ama yapacak bir şey yok.

Yola düştüm. Bodur bir orman var Kilpisjarvi yakınlarında. Burası göl kenarında ve göl 473 metrede. Önce 4-5 km kadar bodur orman, potansiyel bataklık bir yerden gittim. Yol tatlı tatlı yükseliyor ve bir anda ağaç sınırının üzerine çıkmış oluyorsun, ki bu da galiba 600 metre civarında. Buradan sonra yol, bitki örtüsü kayadan ibaret. Bazı yerlerde toprak var ama oldukça az. Her yer kaya ve onların üzerinde bitmiş yosun gibi şeylerden ve bazı çiçeklerden ibaret gibi.

Patika diye işaretledikleri "şey"in yarısından çoğu taş. Kadıköy dalgakıranında yürür gibiyim. İşaretler de 50 metre aralıklı bodur direkler. Ben yine de kayboldum tabi. Önce biraz fazla kuzeye gittim, sonra güneydoğuya dönüp bir saatlik bir gecikmeyle patikaya çıktım. 250 000'den 50 000'lik haritaya geçince biraz afalladım ama zaten harita ve pusula ile burada kaybolmak imkansız. Alabildiğine ufuk ve göl var. Beni asıl sinir eden, dağın ortasında koca bir çit bulmak oldu. Toroslarda mallar kaçmasın diye yapıyorlardı ve kapısı olur, oradan geçersin. Burada geyik var sadece ve bir de sınır. Sağına gittim, yok, soluna gittim, yine yok kapı. Balık gibi girdik tuzağa. Çitin hemen diğer yanında da varmak istediğim patika.. Sonunda bir yerlerde altından geçtim. Gerçekten de geyikler geçmesin diye konmuş bu arada.



Neyse, sonuçta öğleden sonra ilk durağa vardım. Burada dağa kulübe yapmışlar. İçinde kocaman bir yatak (yana yana tulumları atıp uyuyabiliyor 8-10 kişi), yemek için gaz ocağı ve odun sobası. Dışarıda da kenef kulübesi var bir tane. Soba ilgimi çekti çünkü etrafta ne yol var, ne de ağaç. Kesin traktör geliyordur ama otantiklik kaçmasın diye çaktırmıyorlar. Bu kulübe tam Norveç sınırının yanında, iki göl arasındaki 50 metrelik ince bir kara parçasının üzerine konmuş. Ulaşmak için 3 kilometre kadar Norveç'e giriyorsun zaten.

Oradan ikinciye yürüdüm. Arada 10 km kadar yol. Tam Aladağlar'a benziyor. Kayalar uzaktan çarşak gibi gözüküyor. Hava çok temiz olduğu için ve etrafta büyüklükleri ve mesafeleri anlamanı sağlayacak tanıdık hiçbir şey olmadığı için benziyor. Bitkisiz, sevgisiz bir yer. Kışın kesin ölürsün burada. Neyse, ikinci durak klasik bir yayla. Ortada su akıyor, bir kulübe yine, etrafta çadırlar var bir sürü. Burası diğerinden çok daha güzel bir ortam. Biraz daha aşağıda. Rüzgarlardan nispeten korunalı. Ot falan var ortalıkta. Su buz gibi. Sağda solda Temmuz'a direnen bir iki kar kütlesi.

Herkes aynı yerde kalıyor. Ben tabi boş bulunup çadırı kurmuştum ama kulübede tek başıma kaldım. Millet çadırları taşıdıkları için olsa gerek orada kalıyor. Deli bunlar. İçerisi hem rahat, hem de sıcak. Ayaklar su topladı çok kötü. Bütün gün kayalardan yürüdüm ve ayakkabıların altı da ince. Ertesi gün geri mi dönsem diye düşünmedeyim. Burada da bir iki kişi ile konuştum. Her yer aynı diyorlar. Yani taş. Haritaya baktım, zirve Norveç sınırında ve her tarafında benzer yükseklikler var. Manzara yok gibi - ki öğrendiğime göre öyleymiş. Ayaklarımı parçalaya parçalaya deli saçması bir patikadan gidecem ya da döneceğim. Dönersem 3 gün kazanmış oluyorum. Sabah karar vermece. En azından yayla yapmış oldum.

14.07.2009, Salı

Sabah erkenden kalktım. Çadır sırılsıklam. Kuzeyde hava nasıl acaba? Epey yukarı çıkacağım (20. enlem), Kilpisjarvi'ye. 8 saatlik otobüs yolculuğu. Bu gece orada kalıp yarın Norveç'e gidebilirim. Biraz ortama, biraz havaya, biraz da bana bakıyor.

Şu anda Kilpisjarvi'ye 110 km kala bir benzincide mola verdik. Hava nefis. Kuzeye gittikçe ağaçların boyları epey kısalıyor. Bölgesel bir şey mi yoksa enlemle alakalı mı bir muamma benim için. Öğrenmek gerek, öğrenmenin sonu yok netekim. Yolda bir geyik sürüsü vardı. Söylenene göre buralarda her taraf geyik doluymuş. İnsanlardan falan kaçmıyorlar, otobüsün önünden lütfen çekildiler.

Norveç'e girişte harbiden sınır kapısı varsa ve bu adamlar Shengen'li değilse alternatifim biraz kuzeydeki dağa çıkmak olacak. Ben Norveç Shengen biliyorum ama biri değil dedi yolda. Neyse, zirve 1350'lik bir dev. Dağlar daha çok Norveç'te, hatta arada sınır oluşturuyorlar da denebilir. Finlandiya tarafında dağ yok pek. Dağlar da hemen başlamıyor. Mesela Kilpisjarvi 600 metre civarında, genel olarak bölge yavaş yavaş yükseliyor.

Kampingin altyapı fena değil ama hem kalabalık, hem gürültülü (acayip bir çocuk ağlama ve köpek havlama korosu), hem de çadır yerleri diye ormanın içine yolluyorlar, çok düz değil. Internet var, o iyi oldu. Buraya gelenlerin büyük kısmı trek yapmaya gelmiş. Zaten bu kadar kalabalık başka ne yapabilir burada anlamış değilim. Hiç bir şey yok. Bir tane market, bir sürü otel (3-4 tane) ve bir kampigden ibaret tüm Kilpisjarvi. Finlandiya şartlarında ciddi bir trekking turizmi var burada. Kuzey turistik. Hafif bir yapılaşma gözüküyor aralarda ama nüfus hiç yok, hepsi turizm için. Bilmiyorum ama güney çok daha iyi gözüktü gözüme benim, niye burası bu kadar kalabalık anlamış değilim.

13.07.2009, Pazartesi

Bugün Rovaniemi'yi gezeyim diyerek erkenden çıktım. Kahve ve Internet molasından sonra Info'ya uğrayıp otobüs bilgilerini aldım yukarı (kuzeye) çıkmak için. Mabede gitmek istiyorum, futbol mabedine.

Önce Arktium müzesine gideyim dedim. Burası Kutup Bölgeleri üzerine bir müze. Güzel akademik bir kütüphanesi var. Müzenin içinde tarih, coğrafya, sosyal özellikler vs. herşeyden biraz var. Bir dia gösterisi vardı, ona da takıldım. Müzeden çıkınca açtım, baktım haritaya, şehirde başka bir şey yok. Bir Ortodoks, bir de Protestan kilisesi var. Protestan kiliseleri zaten çok sıkıcı genelde. Tom Amca'nın Kulübelerinden hallice. Ortodokslar heybetli yapmaya gayret ediyorlar. İki mezhebin ideolojileri farklı tabi.

Kiliseye gittim (Ortodoks olana tabi). Fena değil. Ruslar neredeyse bütün büyük şehirlere bu şekil imza atmışlar. Sonuçta Ortodokslar azınlıkta burada. Ama görüntü ve etiket daha güçlü protestanlardan.

Şehir merkezinde iki Fransız'a rastladım. Adamlar tandem bisikletle Avrupa turu yapıyorlarmış. Kunuştuğumuzda 8000 km yol yapmışlardı. En doğuda İstanbul, İtalya, İspanya, Yunanistan vs. gezmişler. 6 aydır yoldalarmış. Aslında o kadar da kötü değil. Tek kişi gerçekten zor bir şey ama iki kişi çok zevkli olabilir. Biraz muhabbet ettik ama fazla da konuşkan değillerdi.



Baktım günün geri kalanında yapacak hiçbir şey yok, döndüm kamp yerine. Akşamüstü yine sağanak vardı. Her yer ıslak. Sabah erken kalkmam lazım, bu havada çanta nasıl toplanacak bilmiyorum valla. Şu hava olayı gerçekten sinir bozucu yoldayken. İlk hafta hariç, sürekli kapalı. Kesin yağar diye bekliyorsun. Arada bir güneş yüzünü gösteriyor ama hiçbir şey belli değil. Bazen bir sağanak başlıyor, hazırlıklı değilsen 2 dakikada ıslanıyor herşey.

13 Temmuz 2009 Pazartesi

12.07.2009, Pazar



Sabah gevşek gevşek kalktım. Tren öğlen 2'den sonra. Güzel bir kahvaltı. Sabah haberlerini okudum. Kimdir bu Ferrari merak ettim. Serdar cevap ver niye açmadın telefonunu? Behiç'in düğünü nasıldı? Bekle beni de beraber bir ev ziyaretine gidelim adama.

Bir amcam vardı kampingde, akşamları benim gibi bilgisayarın başında. Meğer o da bisiklet turundaymış. Vagon var bisikletin arkasında. Yükle uğraşmak çok daha rahat oluyordur böyle kesin. Çok kulanışlı gözüküyor. Kuzeyi sordum, yoları falan. "Ne yolu, ağaç işte," dedi. Dedim, "Orada tepeler, manzaralar olduğu rivayet ediliyor." Dedi, "Burası Finladiya," ve güldü. Norve'e gitmeliymişim. Böylece Norveç'e gitmek de farz oldu. Hem belki Kuzey Buz Denizi'ne ayak sallandırırım. Galiba dün aldığım haritayı kullanamayacağım. Yarısı trene, diğer yarısı da otobüse gidecek haritanın.

Burada martılar ok agresif. Masaların tepesindeler. İki dakika masadan kalk, tabağındalar hemen. Bir serçe sandalyenin altında ekmek peşinde. Martılar da sandalyenin altın girmekten korkuyor olsalar gerek, çevrelemişler, tezahürat yapmadalar serçeye. Böyle de enteresa bir memleket burası.

Oulu'da Türk restorant bol. Girmedim hiç ama isimlerden belli: İstanbul Kebap, Memo's Döner falan gibi yerler var. Buranın meydanı neşeli. Oradayım ve bir arkadaş rampa yaptı. Üzeri hafif dökülüyor. Çalışmıyormuş. Devlet yardımı ile takılıyor. Almanca denedi ama sadece king terminolojisine yatkın olduğum için konuşamadık. İngilizcesi fena değil ama. Geyik yaptık biraz, kütüphanenin açılmasını bekliyormuş. Vay be..Ne denir ki başka?

Bileti almaya biraz erken gidince bir de baktım ki hemen bir tren daha var, atladım hemen. Yolda tren bozuldu. Kurtarıcı lokomotifi bekledik bir saat. Sonunda ulaştım Kuzey Kutup Dairesi'ne. Keh keh..

Burası farklı bir memleket. Bir kere turistik takılıyorlar. Safari ilanları falan var. Lan ne safarisi ağaçların arasında diyerek asabiyet yapacaktım ama yetkili yok ortalıkta. Kamping bayağı dandik ve güneydekilerin iki katı fiyatı. Bisküvi aldım çayla gevelemek için, 3 Yuro. "Internet?" "Beş Yuro ama istiğin kadar bağlanabilirsin." Peki canım. Belki mesajlarıma bakacam. Bir tane geldiyse ne olacak? Elektron yerine postacıya taşıtsam daha ucuz. Hem daha romantik. Parasından değil ama kokusundan yani. Hassittir dedim kendi kendime. Burası turist-sever bir yer. Havaii'ye gidip egzotik takılmak gibi bir şey galiba burada olmaya çalışmak. Aydınlık geceler, Santa Klaus'un memleketi, sağda solda geyik postları (ya da kıllı başka bir şey) falan diye orjinal olmaya alışıyorlar. "Sen zaten orjinalsin, çabalama" diyesin geliyor. Bir taraftan akla bizim Aspendos duvarlarının arasında turistlere antik kalp para satan İyon'lu Memetler de geliyor diyeceğim ama bir diğer taraftan da alakası yok. Bizim İyonlu Memet kadar orjinal olabilirler mi, o da ayrı bir soru. Belki de kampingin etkisi bunlar hep. Şehri fazla gezdim sayılmaz.

Neyse, sıradan bir gece ve uyku.

11.07.2009, Cumartesi

Gece kitabı bitirmek için kastığımdan sabah 9'da uyanabildim. Bir duş aldıktan sonra Oulu'ya gittim. Bugün elde harita, fotoğraf çekerek gezmeyi düşünüyorum. Ne de olsa şehir gezeceğim.


Kahvaltıda balıklı bir şey yiyerek otantik olmaya çalıştım. Fena değildi ama kahvaltıda balık bozar delikanlıyı. Şu anda meydanda oturmuş yazıyorum bunları. Demin Internet'i denedim, çalışıyor. Valla helal, İstanbul'a da lazım. Hem belki TT batar da kurtuluruz.


Biraz şehri dolaştım. Sonra limanı gören bir yerde iki saat bezdim. Fazla bir şey yok. Bir bira ve yine aynı Hint yemeği. Pilav tam lapa; tabi adamlar bir tencere yapıp 3 saat onu satmaya çalışıyorlar; düzgün olsa şaşırırdım. Bu pilavı bizde satmaya kalksalar kesin dayak yerler. Yarın kısmetse Rovaniemi'ye geçip gezinin teoride en baba kısmına başlıyorum: Kuzey Bölgesi, Lapland.


12 Temmuz 2009 Pazar

10.07.2009, Cuma

Oulu'dayim. Kıyıda bir meydana kurulmuş bir sahnenin yanında. Nedendir bilinmez bir hüzün aldı gidiyor. Birazdan konser başlayacak. Ne konseri bilmiyorum. Solumda bir vin, millet bungee yapıyor. Fonda Scorpions. Herhalde rock konseri diyorum. Yine de hüzün. Hava güneşliydi, bir anda kapandı....

Meğer açlıktanmış hüzün. Burada standlar var yemek aldığın. Plastik tabaklarda falan. Standlar bir karenin üç kenarı, bir kenarı sahne, ortada da oturacak masalar ama en az 50 metre var bir kenar, büyük yani. Neyse, Hintlinin standından tavuk-pilav aldım, indirdim mideye. Tam üzerine de AC/DC çalmaya başlayınca hüzün filan kalmadı. Şu solistin sesi beni değil, ölüyü diriltir.

Konseri bayağı bir bekledim. Belki de 2 saat. Benim masada oturan bir çiftle muhabbet ettik bu arada. Şehir için bir iki tüyo aldım. Sonunda konser başladı. Baterist, bascı ve saksafoncu da dahil 8 kız, 2 erkekten oluşan bir grup. Dört solistle blues ve pop karışık çok sesli müzik yapıyorlar. İki sorunları var: zenci değiller, daha çok çalışmaları lazım. Yine de iyi vakit geçirdim. Bütün şarkılar İngilizceydi galiba.

Konser nihayete erdiğinde karnım 3-4 bira ile dolmuştu bile. Bisiklete atladım ve döndüm kampa. Çocuğun söylediğine göre yol-su-elektrik uzantısı olarak yeni bir hizmet, tüm şehirde wireless varmış. Bugüne kadar gördüklerime uymuyor ama bir deneyeceğim yarın.